Let Down by Radiohead on Grooveshark

11 Kasım 2010 Perşembe

Morrissey ve Yoda'dan Alıntılar Yapan Yalancı Bir Adamın Gerçekleri




bir şeyler anlatmak istiyorsam ve nasıl anlatacağımı, hatta, ne anlatacağımı bilmiyorsam, yaptığım şey çoğunlukla saçmalamak oluyor, istisnasız. bilgisayarın başına yazmak için oturup, yazdığım ilk cümle önce star wars'tan bir alıntı (korku öfkeye, öfke nefrete, nefret de acıya neden olur.), onu sildikten sonra da yaşamanın ne olduğunu tanımlayan klişe (ve her klişe gibi içi boş ve anlamsız) bir cümle ("yaşamak aslında sadece (ve sadece) yaşamanın anlamını aramaktır."--cidden aptalca.) olunca durumun tam da bu olduğunu anladım aslında. sonra bu ikinci cümleyi de sildim (ki yarın tekrar okuyunca kendimi gregor samsa gibi hissetmeyeceğim demektir.-böcek demiyim gregor samsa diyim de o kadar boş olmadığım anlaşılsın çabası bu da tamamen.- ). sonuç olarak bir şeyi anlatmak isteyince önce ne anlatmak istediğime, sonra da onu nasıl anlatmam gerektiğine (örneğin kendimi ezik hissettiğim bir konuysa, zorlama bir analoji kurmam gerekir, değilse daha doğrudan anlatırım.) karar vermem gerek aslında. yazının başlangıcının bu kadar uzamaya başlamasına karşın benim hala ne anlatacağımı ve nasıl anlatacağımı karar veremememi anlatıyor olmam da aslında bizi bu paragrafın başına götüren bir olgu (olgu kelimesini joker olarak kullanmaya da bayılıyorum. sekizinci sınıftaki türkçe öğretmenim -hayır hocam değil öğretmenim- "şey" kelimesini kullanmamızı yasaklamıştı ama onun yerine "olgu deyince kızmıyordu).


gece saat dört olmasına ve yarın okula gitmek için yatmam gerekmesine rağmen, kanlı ama uykudan ağırlaşmamış gözlerle bilgisayarın başında yazmak için debeleniyor olmamın oldukça çeşitli nedenleri var. ilk akla gelen ve bu fiziksel durumun oluşmasını sağlayan neden, bana doğum günümde hediye olarak french press alan (neden french press sorunun cevabı bundan yaklaşık altı yıl öncesine uzanan bir olaylar silsilesi.) sevgili dostum ve benim param olmadığında artan para harcama eğilimimin bir sonucu olarak cevahirdeki starbucks'tan filtre kahve almam, evde düzeneği işletip bir dolu kahve içmem olarak düşünülebilir. lakin bu açıklama aynı birinci dünya savaşının çıkma nedeninin avusturya-macaristan veliahtının bir sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi olarak anlatılması kadar sığ ve eksik.


yazmak istemenin diğer nedenleri bu kadar net ve anlaşılır değil oysa. gerçekten tatmin edici ve gerçeğe yakın bir diğer neden de, cumartesi gecesinden başlayarak şu ana kadar tekrar eden eden bir biçimde, bir anlamsızca mutsuz bir anlamsızca mutlu olmam. bu kadar gelgitli bir ruh hali elbette yoğun bir anlatma isteğine yol açıyor. ayrıca ben bir insan olduğumdan, ve her insan da yapısı itibariyle korktuğunda yalan söylediğinden, mutlu ve mutsuz kelimelerinin başına getirdiğim "anlamsızca" takısı da doğal olarak gerçekdışı. anlamsızca mutsuz olmayı öven bir yazısı, hatta yine bu konuda yazılmış salak bir şiiri olan bir insan olarak, bunu söylemem kendimle çelişmek olarak görülebilir. ama insanlar nasıl yapıları itibariyle yalan söylüyorlarsa, yalanlar da yapıları itibariyle çelişkiler yaratırlar, en ustaca söylenenleri bile.


o zaman kendime sormam gereken soru da doğal olarak neyden korktuğum olmalı. ne var ki, ben bu soruyu sorduğumda vereceğim cevapların hepsi hemen her zaman yalan olacak. ben de gerçekten iyi yalan söyleyen bir insan olduğumdan, cevaplara inanacağım. o yalanlar başta çelişki yaratmayacak çünkü iyi kurgulanmış yalanlar olacaklar. hayır hayır, kendime direkt olarak neyden korktuğumu soramam. yapmam gereken şey, hazırlıksız yakalandığım olaylara karşı nasıl tepkiler verdiğimi gözlemlemem. o olaylara düşünmeden verdiğim tepkiler, işte onlar bana neyden korktuğumu gösterecek.


ve evet, beklenilmeyen o olayın, o haberin, ne olduğu son derece açık. verdiğim aptalca, hatta rezilce, ama saf gerçek tepki de aynı derece açık. olayın ne olduğunu açıklayacak değilim (uygun bir analoji kuramadım.). ama onun en önemli özelliğini vererek neyden korktuğumu açıklayabilirim.


eğer aylardır kendime söylediğim, başkalarına söylediğim, sonra yine kendime söylediğim şeyler gerçek olsaydı, ben yalan söylemiyor olsaydım (söylenen şeylerin gerçek olmasıyla yalan söylememek aynı şeyler değil. dolayısıyla bu da bir anlatım bozukluğu değil.), o haberden mutluluk duymamam gerekirdi. iyi bir insan olmaya çalışan bir insan olarak, başkalarının başına gelen kötü bir şeyden mutlu olmak, başlı başına iğrenç bir şeyken, aynı şeyi yaşamış bir insan olarak mutluluk duymam, iğrençliği katlıyor. hatta bunu ilahi adalet olarak adlandırmak, durumu daha da beter hale getiriyor. bunun başlıca tek bir açıklaması var, o da benim içimde bir yerlerde nefret olduğu. 


morrissey'in, güzide bir şarkısının sözlerini star wars'un az önce bahsi geçen alıntısıyla kombine edip kendime şiar edinmiştim oysa: "with your triumphs and your charms, while they're in each other's arms... it's so easy to laugh, it's so easy to hate, it takes strength to be gentle and kind. over, over, over, over.", "korku öfkeye, öfke nefrete, nefret ise acı çekmeye sebep olur. bu karanlık tarafa giden yoldur.". ilkinin doğru olduğunu biliyoruz ikincinin de. artık ikincinin terse de işlediğini biliyorum: acı nefrete, nefret öfkeye, öfke de korkuya sebebiyet verir. çıkan sonuç da benim, geçen hafta karanlık tarafa kaymış olduğum gerçeği.


sonuç olarak, stoacılardan hala nefret ediyorum. ama kendim de öyle davranıyorum. 


ne var ki, duyguları bastırmak onları yok etmeye yetmeyecektir.


ve, hormonlarını reddeden, insanlığına da reddeder.

25 Ekim 2010 Pazartesi

geçenlerde (belirsiz bir zamanı refere ederek başlamam bunun kötü bir yazı olacağının bir işareti olabilir aslında) okuldaki yorucu bir günün sonunda, sabah kahvaltısı etmememin de etkisiyle açlıktan ölecek bir duruma geldim akşam sularında. aşkın gözü kördür diyorlar ya, aslında bu klişenin "açlığın gözü kör" olması gerekirdi. normal bir insan o kadar açken ne verseniz mutlu olur ama ben zevk sahibi bir insan olarak güzel yemekler yemeyi severim. ne var ki, o an güzel bir yemek için yeterli değildim çünkü yeteri kadar param yoktu. ama yinede zevklerim sahip olduklarımın önüne geçti otobüsle eve doğru giderken ve ben de dışarıda güzel bir yemek yiyemeyecek olsam da evde kendime güzel bir yemek yapıp yemeye karar verdim.


otobüsten indikten sonra ilk gördüğüm markete daldım hemen. aklımda balık yemek vardı, balık satan reyona doğru hızlı bir şekilde ilerledim hemen, yorgun olmama rağmen. herhangi bir balık değil, papalina yemek yemek istiyordum (http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=418256). ne var ki, çocuklar için bir dolu bilye satan reyonun hemen yanındaki balık reyonundaki manzara hayal kırıklığıydı. papalina yemek için yeterli olmamamı sadece hayatın bir adaletsizliği olarak açıklayabiliriz (balık çok pahalıydı). cebimdeki parayı ve marketteki ürünlerin fiyatlarını karşılaştırdığımda çıkan sonuç, benim o akşam semizotu yiyecek olmamdı. çok da acınası değil çünkü ben semizotunu da severim ve kötü yemek diye bir şeyin olmadığına, sadece kötü yapılmış bir yemek diye bir şey olduğuna inanırım. kulağa son derece kötü gelen malzemelerle yeteri kadar uğraşıldığında gerçekten güzel yemekler çıkabilir ortaya.


gerekli malzemeleri aldıktan sonra eve geldim ve yemeği hazırlamaya başladım. iyi yemeğin sırlarından biri de, ağır ateşte çok uzun süre pişirmektir. her ne kadar çok aç olsam da, yemeği aceleyle değil ağır ağır pişirmeye karar verdim. hem hazzı ertelemek her zaman güzel sonuçlar verir zaten.  gerçekten çok uğraştıktan ve yemeği pişmeye hazır hala getirdikten sonra ateşi en hafif seviyeye getirdim ve yemek ağır ağır pişerken biraz dinlenmeye karar verdim.


yatağımda uzanırken uyuyakalmışım. yemeğimden gelmeye başlayan yanık kokuları beni uyandırdı, oysa çok kocaman bir tabak papalina yediğimi görüyordum rüyamda. arkadaşlarıma beni uyarmadıkları için kızdım, onlar da bana uyandırmaya çalıştıklarını ama uyanmadığımı söylediler. yemekten hemen vazgeçmedim, belki de rüyamın etkisiyle. umutsuz bir çabayla biraz su ekleyip tekrar pişmeye bıraktım, her ne kadar ev arkadaşlarım yemeğin işinin bittiğini, artık ondan vazgeçmem gerektiğini söyleseler de. ama bir insan bir şeyi çok fazla arzuluyorsa geri kalan insanların ne dediğini gerçekten umursamayabiliyor.


hatalarından ders alan bir insan olsaydım, yemeği tekrar pişmeye bıraktıktan sonra yine uyuyakalmazdım. ama kesinlikle hatalarımdan ders alan bir insan değilim ve, yine rüya görürken, bu sefer çok daha yoğun bir yanık kokusuyla uyandım. ama bu ikinci rüya koca bir tabak papalina yerine benim pişirdiğim güzel semizotu yemeğinin tanımadığım insanlar tarafından yeniyor oluşuydu. daha çok bir kabus diyebiliriz.


yeni uyanmış bir insan için şaşırtıcı olacak bir hızla yattığım kanepeden fırladım ve yemeğe doğru koştum. manzara gerçekten kötüydü. etrafta inanılmaz derecede iğrenç bir yanık kokusunun olmasının yanında, en sevdiğim tencere de kullanılmaz duruma gelmişti. dahası, yemekte olmaması gereken, saatlerce düşünsem de aklıma gelmeyecek başka bir koku vardı etrafta: kekik! semiz otu yemeğinde kekik! kekiği benim koymadığım aşikardı, mutlaka bir başkası tarafından konmuş olmalıydı, kokunun yarattığı öfke ve mide bulantısı içinde, ev arkadaşlarıma sordum, tabii ki onlar koymamıştı, ama o zaman kekik nereden gelmişti benim yemeğime? varılabilecek tek mantıklı sonuç, kekik daha topraktayken, onun yanında bitmiş olmasıydı. sonuç olarak zaten ben o yemeği yiyemeyecekmişim, gerçekten elimden geleni yapsaydım bile.


yanık yemek çöpü boyladı tabii hemen. tencereyi atmaksa o kadar kolay değildi, o yüzden atmadan önce mutfak tezgahında bir süre daha durmasına izin verildi. kokuysa kesinlikle içinden çıkılması daha zor olan bir konuydu. önce havalandırmayla halledilebileceğini düşündük, ama sanki hatalarımın bir anısıymışçasına yok olmuyordu bir türlü. tüm eşyalara sinmişti. önce ev arkadaşlarımın fikirlerini uyguladık. etrafı temizledik, çamaşır suyu bile işe yaramadı. 


evimizdeki yanık yemek kokusu, sanki benim yemek yapamadığımın bir işareti gibi geliyordu insanlara. sanki ben beceriksizmişim gibi. ben ve yakınımdaki insanlar işin böyle olmadığını biliyorduk elbette. bu yüzden artık konu hakkında bir şeyler yapılması gerekiyordu. annem, oda kokusunun işe yarayabileceğini söyledi. ilk denediğim birkaç koku, işe yaramak bir tarafa, durumu daha da kötüleştirdi. en sonunda soruna çözüm olabilecek kokuyu buldum. son derece hoş kokuyordu ve kesinlikle yanık kokusunu bastırıyordu (ama kokuyu yok etmiyordu). ne var ki, bu sefer de oda parfümünün kendisi rahatsız etmeye başladı, şimdi de o eşyalara siniyordu artık. her ne kadar güzel koksa da, oda kokusundan da bıktım, artık sanki asla yok olmayacakmış gibi gelmeye başlamıştı. sonunda, oda kokusunu kullanmayı bıraktım, ve şaşırtıcı bir biçimde bu yeni koku hemen ortadan kayboldu. yanık kokusu da, rahatsız etmeyecek kadar azalmıştı, asla tam olarak gitmeyeceğini biliyordum elbette, ama artık benim kötü bir reklamım gibi değildi. kötü olan şu ki, kullanmayı bıraktığım oda parfümünün kokusunu özlemeye başlasam da tekrar, parfüm artık marketlerde bulunmuyordu.


bu olay benim yemek yapma arzumda ciddi bir düşüşe yol açtı, artık güzel yemekler yemekten de eskisi kadar haz almıyorum. yanık kokusuysa sadece alkolün yol açtığı mide bulantısı yüzünden derin nefesler alırken şöyle bir geliyor burnuma ve o mide bulantısını daha da kötüleştiriyor. ama kusmama yol açtığını söyleyemem, geçenlerdeki bir olayı saymazsak.


http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=2575934

19 Ekim 2010 Salı

akşam banyoda işedikten sonra, klozete baktım sifonun düğmesine basmadan önce. suyla karışan idrarın rengi aynı çamaşır suyuna benziyordu ve kokusu da aynı derece iğrençti. işediğimde kendi bedenime dokunmuş olduğum için, ellerimi yıkamam gerekiyordu. belki milyonuncu defa bunun saçmalığını düşünürken, ellerime sabun sıktım, sabunun kokusu kirli olduğu savunulan çamurdan binlerce kez daha kötüydü. en sonunda kafamda yalnızca iki düşünce vardı ellerimi durularken (sabun temizliği getirmişti ama buna rağmen akıp gitmeliydi ellerimden) : 1) neden kendi bedenimi pis olarak değerlendirmem gerekiyordu ve 2) çamaşır suyunun temizlediği ve idrarın kirlettiği fikri neyden kaynaklanıyordu.


aslında beynimizin sadece ilkel güdüleri çalıştıran kısmına sahip olsam çok daha mutlu olurdum: ye, üre ve hayatta kal. geri kalan sadece mutsuzluk getiriyor başka bir şey değil. ne zaman ki, yediğim yemeğin orgazmını yaşıyorum, ilkel beyin devreden çıkıyor o an, düşündüğüm yegane şey de aynaya baktığımda yediğim şeyin calvin klein'ın iç çamaşırı modellerine benzerliğimi daha da azaltacak olan göbeğime olan etkisi oluyor. seksin tam o en ıslak, en çok kokan anında, soluk aldığında aldığın hava artık atmosferin ilk on altı kilometresindeki yüzde yirmi birlik oksijenden ziyade, o sırada yapabildiği tek şey çığlık atmak olan insanın ciğerlerinden çıkan karbondioksit ağırlıklı tatmin dolu sıcaklıkken, kafamda sadece, uyandığımda ne yapmam gerekeceği ve karşımdakinin "sevgilisi"nin yaptığım şeyi bilse, benim aynı durumda kaldığımda hissettiklerimi hissedip hissetmeyeceği. hayatta kalmaksa, artık kalp atışlarımı hissedebilmekten çok, yüz kırk karakterlik bir "tweet" girmekten ibaret artık.


taksimde geçirilen bir gecenin sonunda, kanımda dolaşan alkol yeteri kadar beyin hücremi öldürebilmişse, insanları izlerim sadece. taksimde gecenin gündüzden bir farkı yoktur, yeteri kadar içkiden sonra asla olmamıştır zaten. sanki köle taşıyan gemiymişçesine sıkış tepiş barlar, her zamanki ter kokusu, her zamanki kötü müzik, her zamanki yapış yapışlık... yalnız insanlar, çoğu yalnızlığını tek gecelik sekslerle bitirebileceğini düşünen ama defalarca yanılmış olduklarını görseler bile bu fikirlerinden vazgeçmeyen yalnız insanlar, sigara içiyorlardır yine. o sigaraların dumanı her zamanki gibi ertesi sabah yanlarında uyanacakları tanımadıkları insanların ciğerlerine de uğruyordur gitmeden önce, daha sonra birbirine karışacak nefeslerin habercisi gibi. aslında hepsi yalnız uyanacaktır ertesi sabah, bazıları gerçekten yalnız, bazıları ise yalnız, ama sadece daha derinden derine. yine de, yeteri kadar içkiden sonra yalnız olmanın bir önemi yoktur. yalnız olmayanlar ise daha kötü durumdadırlar, kendilerinin yanısıra yanındakilere de katlanmaları gerekiyordur. her zamanki gibi kısıtlanmışlardır: yalnız olmamanın bedeli. yine de, eğer yeteri kadar içilmişse, başkalarının bir önemi yoktur. 


insanlar neden her cumartesi günü bu kadar çok alkol alıp evlerine utançla dönüyorlar ki zaten? tek bir sebebi var, o da beynin düşünebilen kısmını öldürüp sadece içgüdülerle başbaşa kalmak. düşünmemek. düşünmek acı çekmektir. anlamsızca mutlu olmak, düşünemeyenlere özgü, düşünenler sadece anlamsızca mutsuz olurlar. ya da... anlamsızca mutsuz olmak değil de, anlamsızca mutlu olmama isteği diyelim.

6 Ekim 2010 Çarşamba

sonbahar artık yok. ilkbahar gibi o da kayboldu gitti artık. gidenler sadece mevsimler olsaydı umursamayabilirdim ama gidenler sadece mevsimler değil, hayır, duygular gitti onlarla beraber, anılar da.



daha birkaç gün önce coğrafya anlatıyordum öğrencilerime: dünyanın şekli ve hareketlerinin sonuçları. "23 eylül" dedim, tahtaya çizdiğim dünya figürünün üstüne elimi koyarak (güneş ışınları ekvatora dik düşüyordu), "sonbahar ekinoksu olarak bilinir.". "bugünde, tüm dünyada gece ve gündüzlerin süresi birbirine eşittir ve yine bugün kuzey yarımkürede sonbaharın başlangıcıdır.". şimdi, dışarıdaki buz gibi havayı ve yaz yağmurunun mutlu tavrının aksine acımasız bir şekilde yağan kış yağmurunu izlerken pencerede, buruk bir şekilde gülümsetiyor sadece o anlattıklarım. zaten ben "sonbahar" derken öğrencilerimin gözünde oluşan boş bakışlar, her şeyden daha iyi anlatıyordu bahar denilen şeyin yok oluşunu.


o gün ders coğrafya değil de aşk olsaydı, ben işte değil evde olsaydım ve tamamen farklı bir öğrenci olsaydı karşımda, "tatilin yarattığı özlemin sevişerek giderilmesi" konusunu işlerken ben, tek bir dokunuşun bir insanın tüylerinde yarattığı ürpertiyi anlatmak için elimle bir çift göğüse dokunarak, "işte" deseydim, "bir bedenin diğerinde yarattığı bu etkiye aşk denir.", yine aynı boş gözlerle karşılaşacaktım, ne bir eksik ne de bir fazla.


keza, sararıp dökülen yapraklar da yok artık. eskiden kar çıplak ağaçların üstüne yağardı (bu da insana romantik olma şansı verirdi yazarken, "yapraksız ve çıplak sevgilileri daha çok üşümesin diye onları karla örttü dünya" diyecektim mesela.). şimdi haftasonu kar gelecek diyorlar ama ağaçlar yemyeşil daha. dökülen yapraklar olmayınca, her yerde mutlaka görülen, hayatının amacı dökülen kahverengi yaprakları süpürmek olan yaşlı çöpçü amcalar da ortadan yok oldu. o amcalar ki, bana her zaman yaşamaya çalışan insanları anımsatırlardı, tepelerindeki ağaçlardan yaprak dökülmeye devam ederken umurlarında bile olmadan süpürmeye devam ettikleri için.


baharlar yok olunca, vivaldi'nin dört mevsim'i de anlamsızlaştı, mevsimlerle metafor kuran her sanat eseri gibi. aşkı ilkbahara, mutluluğu yaza, ayrılığı sonbahara, yalnızlığı da kışa benzetmek anlamsızlaştı. artık sadece miskin bir yaz ve üşüten bir kış var, aynı artık sadece anlamsız miskin seksler ve yalnız başına uyunan geceler olduğu gibi.


sonbahar da kayboldu, ilkbaharı izleyerek. yalnız başlarına gitmediler, duyguları, anıları ve anlamı yanlarına aldılar giderken. bunaltı ve miskinlik ile yalnızlık ve üşüme kaldı sadece geride.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

kabe aslında londra'da olduğu için yurt dışında gerçekten gitmek istediğim tek yer orası oldu her zaman. o kutsal müzikler orada gelmemiş miydi tanrıdan? yağmur damlalarıyla yollamamış mıydı onları? (v for vendetta'da "tanrı yağmurdadır" diye geçer -dikkatinizi çekerim olayı ingilterede geçiyor-, benim anneannem de yağmura "rahmet" der.)


"keşke burada olsaydın!" dediklerinde seslenilen kişinin en hafif tabiriyle bir "sevgili" olduğunu sanmadılar mı? hayır hayır hayır, çok daha asildi seslendikleri duygu (hayır hayır hayır çok daha asil değildi, asildi sadece yoksa aşkın kendisi asil mi?). hangimiz bir kenara fırlattığımız zordaki arkadaşımızı onurlandırmak için öyle seslenebiliriz? evet evet evet basit aşklarımızı ifade etmek için kullanalım haydi o sözleri, siz düzüşün diye seslendiler çünkü, hiç kendimizi kandırmayalım.


aşk kapitalist bir şeydir! çünkü uğrunda harcadığınız emekle ölçülmez değeri, arz ve taleple belirlenir onun yerine. siz istediğiniz kadar emek verin, size talep yoksa hiç bir değeriniz de yoktur (asil değil demiştim size.değil çünkü.).


günlerdir hava londra haline getirdi istanbul'u (yalan söylüyorum. birincisi günlerdir diye abarttığım süreç en fazla üç gündür. ikincisi ben gitmedim hiç londraya nereden bileceğim orasının havasını -"aya da hiç gitmedim ama tüm özelliklerini sayabilirim sana"... ahahha ergenliğimde kurmuştum bu cümleyi, ne saçma! ne saçma!-).ama bu yağmur aynı mesajı getirmedi tanrıdan, öyle ki, kimse onların seslendiği seslenemedi hiç bir şeye. bilmiyorum belki de ingilizler asıl seçilmiş kavimdir (yahudilere gönderme yapıyorum evet.). zaten gelen mesajlardan biri de "sessiz bir depresyonun içinde takılıp kalmak ingilizlere özgüdür" değil miydi? burada buna sadece "höyt!" denebilir. ne bir eksik ne de bir fazla. ama yağmur yağıyor ve evet dışarı çıkarsak, ıslanırsak, soğuktan titreyebiliriz. 


şimdi açık konuşalım. edebiyatta sinemada müzikte tiyatroda hatta resimde, sanatın her dalında, işlenen bir konu var: kavuşamamaları için hiçbir görünür neden olmamasına rağmen çok derindeki asil sebeplerden dolayı birbirine kavuşamamamış insanlar. bunların çoğu da insanlara tokat atmayı çok seven yetenekli insanlar tarafından ortaya çıkarılıyor. allah aşkına söyleyin bana, roquentin neden anny'yle pariste mutlu bir hayat süremez? lulu neden pierre ile kaçmaz? jesse neden celine ile aynı trene binmez? mrs. chan neden chow ile singapura gitmez gitse bile bir sigara içip döner? görünür tek sebep yoktur, ama (aaaah!) çok derin ve asil nedenler vardır. bunda asil olan hiçbir şey yok. yok.


dikkatinizi çekti mi bilmem bu dediklerimin hepsi erkekler tarafından ortaya konmuş şeyler. ve bu adamlar açıkça yalan söylüyorlar. aslında görünür sebepler var. sebep de aslında bir tarafın diğerini beğenmemesi kadar basit bir şey çoğunlukla. ama bunu itiraf etmek çok zor ya hani. o sebeple çok yetenekli beyefendiler derin ve asil sebepler icat ediyorlar. yani yapmayın sartre da Kar Wai Wong da çirkin adamlar.


tamam yağmur yağıyor (dün de yağıyordu ve ıslandım bir arkadaşımla ama soğuk olduğu için titremedik bu sebeple çok da önemli olduğunu sanmıyorum -belki de kandil olduğu için ve sadece bu sebeple.-) ve kabul de ediyorum ki şimdi çıkıp ıslansam soğuktan titrerim. ama o lanet arz eğrisi talep eğrisiyle kesişip hepimizin taptığı o kesişim noktasını oluşturmadıkça tek getirisi soğuk algınlığı -o da soğuk algınlığına inanıyorsak-  olacak (içiyorsak bir de baş ağrısı yaratır sabah.).


ve inanıyorum ki bir insanın bir sivrisineği kendi elleriyle ezip öldürebilmesinin nedeni gece ısırılmaktan duyacağı rahatsızlığı engelleme isteğinden çok bunu yapabilecek kadar güçlü olduğunu görmekten aldığı hazdır (hiç asil olmayan göndermeler. böyle böyle çarpıtıyoruz gerçekleri.).


ve evet fazla histerik.


ama gerçek histeriktir (bir de kullanışsız diyordu yine ingiliz birileri). bu kadar kaçmak bu sebeple.


sanat da bu sebeple var.

6 Temmuz 2010 Salı

bir bulutun içinde yaşıyordu be bu gerçekten güzel bir şeydi. göklerde oradan oraya savrulmak ve her şeye tepeden bakmak. ama sonra istemediği bir şey oldu: büyüyordu. büyüdükçe ağırlaşıyor, artık rahatça havada süzülememeye başlıyordu. en sonunda düşmeye başladı. bunu istemiyordu oysa, gökyüzü güzeldi. ama durmadı; çünkü duramazdı. sonra düşündü yağmur damlası: yukarısı neden güzel? bu soruya verecek hiçbir cevabı yoktu. daha da hızlı düşmeye başladı ve sordu: neden düşmek kötü? bilmiyordu. artık yere yaklaşmaya başlamıştı ve artık insanları rahatça görebiliyordu. yağmurun altında kafasını göğe kaldırmış ve ağzını açmış olan küçük bir çocuk gördü. ve insanlar gördü, daha çok, daha çok insanlar. insanları sevmedi. yoksa yere onlar için mi düşüyordu? onlar için düşmek istemiyordu. ama düşüyordu. bütün cevapsız sorularıyla beraber, sessizce düşüyordu. yukarısı neden güzeldi? düşmek neden kötü? neden düşüyordu? yolun sonuna geldi, yerde ufak parçalara bölünürken -ölürken- mutluydu: artık bilmesi gerekmiyordu.


hava rüzgarlıydı, yağmur yağmaya başlamıştı. sadece bir an için ufak bir rüzgar bir bulutu yerinden oynattı ve dolunay açığa çıktı, tüm o parlaklığıyla, aydınlattı bütün göğü, güçlü ve karşıkonulmaz ışığı ile. tüm o parlaklığına rağmen aslında hiç de mutlu gözükmüyordu, daha çok hüzünlü gibiydi sanki. tüm o ihtişamı, parlaklığı ve gücü onu mutlu etmiyordu, küçülmek istiyordu, kaybolmak ve karanlığa karışmak. bu olduğunda da mutlu olmayacaktı oysa çünkü yeniden dolunay olacaktı en sonunda. ve yeniden bekleyecekti karanlığa kavuşmayı. yeniden, ve sonra yeniden. bakmaktan kendimi alamadığım ışığı "iyi ki insansın" diyor bana. belki de öyle ama çok da emin değilim. "iyi ki dolunay değilim" diyorum sadece.

6 Haziran 2010 Pazar

üstünde yürüdüğün yolun nereye gittiğini bilmiyorsan yol diyebilir misin ona hala? sadece üstünde yürüyor olmak yol yapar mı onu? biz nereye gittiğini bilmediğimiz bir yolda yürüyorduk. dinliyordum ben fazla konuşmadan, söylenen her şeyin kendi etrafıma diktiğim cahillik, sığlık ve umursamazlık duvarlarını bir bir yok ettiğini görerek. duyduğum her şeye bir cevabım vardı ama sadece kendi içimde ifade bulan cevaplardı, hiçbirini dile getirmedim. öyle ya istediklerini söylemek suç, hatta zayıflık değil miydi? bir oyun oynamak gerekiyordu ben de kendi rolümü oynuyordum. cennet kuşlarının çiftleşme dansı gibi ama o kadar estetik değil kesinlikle. derken gökyüzüne çevirdim bakışlarımı. işte yine oradaydı venüs ve yine öyle parıldıyordu. "evet venüs böyle parıldıyorsa yaz gelmiş demektir." dedim birden. evet konuyla tamamen alakasızdı dediğim. ama gerçekle birebir alakalıydı.


mp3 playerım çantamda açılmıştı bir keresinde kendi kendine, tüm gün boyunca müzik vardı çantamın içinde kimsenin duymadığı. otobüse bindiğimde çantamı açtım ve ancak o an farkettim bu durumu. çantamın içinde güzel müzikler çalmış bugün diye düşündüm önce. ama hayır! ben dinlemediğim sürece güzel midir o müzik? hatta müzik midir o ben dinlemiyorsam? ben dinlediğim sürece güzel müzikler çalıyor o alet, ben dinlemediğimde hiçbir şey çalanlar. peki o zaman şarjı neden bitmişti? o enerji nereye gitmişti?


anlatıyordu o ve ben dinliyordum. anlatacak o kadar fazla şeyi vardı ki... benim de vardı anlatacağım bir çok şey ama ben anlatmayı tercih etmedim pek. aslında aynı yollardan geçmiştik ikimiz de hemen hemen. çok okumuştuk, çok sorgulamıştık, çok zekiydik ve "biliyorduk". kendi adıma beni bunların hiçbiri mutlu etmedi geçmişte. ve matrix'i izlerken cypher "ignorance is bliss!" dediği an ben de kararımı vermiştim. mutluluğun yolu sığ olmaktan geçiyordu. sığlığın sağladığı uyuşturucudan verdim beynime. her zaman kullandığım beylik laflarımı hazırladım, onların arkasına sığındım, beni bir kale gibi korudu o laflar. "avrupa sineması çok boktan izlemem kesinlikle!" , "seksenlerden nefret ediyorum, seksenler müziği dinlemem ben!"... ve daha nicesi. beni korudular, mutluluk da sağladılar, evet. o ise, durumundan mutlu muydu değil miydi ya da benim gibi sorunlar yaşamış mıydı bu konuda bilmiyorum ama, kendine güven kalkanı geliştirmişti kendine. benimkinden daha sağlam olduğunu gördüm onun duvarlarının. benimki tuzla buz oldu ama onunki hala orada duruyor.


hissetmenin zayıflık olduğu dünyada yaşıyoruz, hissettiklerini söylemenin ise kelimenin tam anlamıyla acizlik. televizyonda "seni seviyorum" dediği için "ezik" ilan edilen insanların hikayeleri dönüyor. kimse söylememeli ne hissettiğini birbirine. bir oyun oynanacak sadece. sartre'ın bulantıda anlattığı gibi bir oyun. cennet kuşlarının çiftleşme dansı gibi. dişi bakacak, şovu beğenirse kabul edecek, beğenmiyorsa uçup gidecek, ama erkek şovuna devam edecek kendi halinde. kimsenin birbirine ne hissettiğini söylemediği ve söylediğinde ayıplandığı bu dünyada mutlu ilişkiler olmasını bekliyorsanız çok beklersiniz derim sadece size. sakın bir şey söylemeyin! oyuna devam edin yeter. şov devam etmeli.


venüs parıldıyordu gökyüzünde tüm güzelliğiyle. venüs bu şekilde sadece yazın parıldar. "evet venüs böyle parıldıyorsa yaz gelmiş demektir." dedim birden. evet konuyla tamamen alakasızdı dediğim. ama gerçekle birebir alakalıydı. 

14 Mayıs 2010 Cuma

çocukluğunda sıkılmanın çok saçma olduğunu düşünürdü. her zaman hayal kurabilirdi insan, istediği yerde olabilir ve istediği şeyi yapabilirdi hayallerinde. bu yüzden saatlerce yürürdü sessizce sıkılacak gibi olduğunda. etrafını görmeden ve duymadan, sadece hayallerini hissederek. o kadar çok yaptı ki bunu, en sonunda hayalleri gerçek sanmaya başladı. hayallerindeki gibi davranmaya çalıştı. imkansızı istiyordu, imkansız onun olmadı hiç bir zaman. sıkılmanın mutsuz olmaktan daha daha iyi olduğuna karar verdi ve hayal kurmaktan vazgeçti. yine de saatlerce yürürdü sessizce, yine duymadan ve görmeden etrafını, hayal de kurmadan.


sonsuz sıkıntı içindeyken olabilecek en gereksiz müsvedde kağıdına kırmızı mürekkeple güzel şeyler karalamıştı o gün. görmek istediği anların tasvirleri, oldukça romantik ama oldukça gerçek dışı. hayallerini karalamıştı kağıda, kırmızı mürekkeple. yine inandı hayallerine, hayallerinin gerçek olduğuna. müsvedde kağıdını karalamalar içe gelecek şekilde dörde katladı ve arka cebine koydu, tam da cüzdanıyla kendisi arasına.


sarı bir taksiye binmişti o gün, hatta son parasını sarı bir taksiye vermesi gerekmişti. para cüzdanın içindeydi, limiti dolmuş olan kredi kartlarının hemen yanında. cüzdanını aldı cebinden ve taksinin ücretini ödedi. cüzdanını tekrar cebine koydu içinde bir sıkıntıyla. taksiden indi ve yürümeye başladı. yürürken kendini karalamalarını düşünürken buldu. yine etrafını asla farketmeden hayaller kuruyordu. oldukça romantik ama oldukça gerçek dışı hayaller.


gideceği yere vardığında cebini yokladı, karalamarına bakmak için, onu bir hastalık gibi saran o karalamalara. kağıt cebinde yoktu. taksiye parasını vermek için cüzdanını çıkartırken düşmüştü kırmızı mürekkeple karalanmış, oldukça romantik ama oldukça gerçek dışı hayalleri. kalakaldı öylece, ağzı kurudu, içtiği su kuruluğu almadı, aksine, dahada kuruttu ağzını. abartmak her zaman hayatı kolaylaştıran korkakça bir huyu olduğu için abarttı hemen her şeyi: yazdığı en güzel şiiri kaybetmişti.


aradan çok fazla zaman geçmemişti o gece banyoya girdiğinde. yıkanmak ona kendini iyi hissettirmedi çünkü suyla akan gidenlerin kirlilik değil kendisi olduğunu hissediyordu. banyodan çıkınca saçlarını kuruladı havluyla, belki bininci kez saçlarını beğenmedi aynada. yüzündeki sakalları yaşlanmış olduğunu düşündürttü ona, yaşça yaşlanmak değil, daha çok ruhun eskimesi. traş olmaya karar verdi.


gereğinden fazla uzamış sakalları zor kesiliyordu. traş olurken kendini iyi hissetmedi, oysa dedesini kullandığı gibi bir traş takımı kullanıyordu ama dedesinin traş oluşunu kendisinden geçmiş bir biçimde izleyen o küçük çocuk aynada yoktu. çenesinin altındaki sakalları keserken, kendisini kesti derince. yaradan kırmızı mürekkep aktı sessizce, lavaboya damladı, oldukça romantik ama oldukça gerçek dışı bir şekilde. akıp gitti. abartmak her zaman hayatı kolaylaştıran korkakça bir huyu olduğu için abarttı hemen her şeyi: şah damarını kesmiş olmaktan korktu.


durmadı kırmızı mürekkep uzun süre, kalın bir tomar tuvalet kağıdını üstüne bastırmasına rağmen. en sonunda durduğunda tuvalet kağıdına baktı uzun süre, kırmızı mürekkeple yapılmış karalamalar belirmişti üstünde, oldukça romantik olan ama oldukça gerçek dışı karalamalar. hayalleri esir aldı onu yine, kendi hayallerinin esiri olarak uyudu gece.


ertesi gün işaretler aradı durdu sürekli. bulamayınca kendi yarattı onları. oysa en açık işareti görememişti hiç: kırmızı mürekkeple karalanmış oldukça romantik ama oldukça gerçek dışı o hayaller akıp gitmişti hep.


daha sonra uzaklıkların hiç önemi kalmadı, aynı onun her zaman olmaması gereken yerde kalması gibi. etrafını görmeden ve duymadan uyudu, hayal de kurmuyordu.

11 Mayıs 2010 Salı

boğaziçi üniversitesi'nin girişi, burjuva hayatların yaşandığı ve maddi mutlulukların hüküm sürdüğü etiler'in bittiği ve orta sınıf altı kesimin hayatlarını dışarıdan habersizce devam ettikleri gecekondu mahallesi rumeli hisarüstünün başladığı yerdedir. girişten eski ama estetik binalarıyla amerikan üniversiterine benzeyen ama bir şekilde yapay duran güney meydana uzun bir yokuşla inilir. yokuşu inmek çok kolaydır; kendinizi onun eğimine bırakırsınız, sağ tarafınızda bebek sahillerinin manzarası size eşlik ederken boğazın görüntüsünü kesintiye uğratanlar sadece baharda pembemsi mor renkleriyle açan erguvanlardır. yokuşu çıkmak ise yorucudur; antremansızsanız nefesiniz kesilir, hava soğukken çok üşür, sıcakken de çok terlersiniz, sigara içenler de bu yolda çokça öksürük krizine girerler. yine de, yokuşu çıkmak inmekten her zaman daha güzeldir.


yokuşun ortasından hemen sonra konumlanmış olan kuşun serenatı sadece yokuşu çıkarken duyulur; ki o serenat aslında okulda her çarşamba yapılan klasik müzik dinletilerinden daha güzeldir. inerken kulağınıza gelmez bu şaheser asla çünkü inerken her zaman sizi sağır eden bir amacınız vardır: aşağıdaki arkadaşlarınıza gidiyorsunuzdur ya da bir derse yetişeceksinizdir.... 


müzik dinliyorsanız eğer yokuşu çıkarken tam olarak o ana uygun olan şarkı her zaman yorulduğunuz için durakladığınız an çalar ve o an hep boğazın en güzel haline denk gelir.


yanınızda biri varsa eğer, onun gerçek haliyle ancak yokuşu çıkarken tanışırsınız çünkü yokuşu çıkmaya çalışırken rol yapmaya fırsat bulamaz kimse. bir bakıma kendinizi de o yokuşu çıkarken tanırsınız çünkü düzgün nefes almaya çabalarken kimsenin kendine yalan söylemeye fırsatı kalmaz.


bir tebessümün en anlamlı olduğu zamanlar o yokuşun çıkıldığı zamanlardır. çünkü nefessiz kalmamak için konuşmazsınız. yorulduğunuz için tebessüm etmek de zor gelir. bu sebeple sadece ifade edilmeye değer şeyleri ifade edersiniz, bunu boş boş konuşarak değil zorla oluşan çok değerli bir tebessümle yaparsınız.


ve en önemlisi aklınızı başınızdan alan o koku her zaman sizi yokuşu çıkarken teslim alır. çünkü derin derin nefes alırsınız ve konuşmazsınız. aklınız da sadece en önemli şeyleri algılamak için çalışır. işte o an o koku ordadır. koku geldiğinde geri kalan her şey gider, görmenin bir değeri kalmaz, kuş bile susar, nefes almıyorsunuzdur çünkü bu artık gereksizdir. sadece o koku kalır. yokuş bittikten sonra da devam eder bazen o koku. sonra geçer, siz tekrar yer yüzüne inersiniz. ama kokuyu unutmak mümkün olmaz bir türlü.


kokuyu unutmak kesinlikle mümkün olmuyor.

27 Nisan 2010 Salı

gece çok geç yatmıştım."ben artık uyuyayım" dediğimde sabah ezanı okunuyordu. geç yatmamın çok net bir sebebi yok;sadece canım film izlemek istedi ve ben de film izledim. film de uzadıkça uzadı ve sonuç olarak beni bahsettiğim o saate kadar ayakta tuttu. geç yatmanın problem yaratmadığı bir gün olması güzeldi, ertesi gün işte 2 gibi gidecektim. bir buçuğa kadar uyudum ben de. 


sabah kalktığımda ilk düşündüğüm şey yanlış saatte uyanmış olduğumdu. çünkü günün en aydınlık olması gereken saatinde alacakaranlık hüküm sürüyordu penceremde. telefonuma uzandım hemen ve kalktığım saatte bir problem olmadığını gördüm, problem dışarıdaki havadaydı. 


nisanın sonuna geldik artık. baharın ortasını geçtik. mayıs olacak bir hafta sonra. ben kişisel olarak mayıs ayını bir yaz ayı olarak görürüm. iyi de, bu soğuk ne o zaman? nisanın sonundayız ve gece hala yorgan kullanıyorum. nisanın sonundayız ve hala penceremde sapsarı güneş ışıklarıyla değil mide bulandırıcı bir gri tonuyla uyanıyorum. nisan ayının sonundayız ve umut dolu olmam gerekir ama gök yüzü bu kadar griyken ve rüzgar gerçekten küfreder gibi eserken ne kadar umutlu olabilir bir insan?


penceremin dışındaki griliği seyretmenin pek bir anlamı olmadığından sabah kalkma rutinime devam ettim ben de. dişler fırçalanacak, yüz yıkanacak, giyinilecek ve çıkılacak. beklenmedik olan ev arkadaşımın evde olmasıydı. onun evde olması da bize dışarıda bir kahvaltı şansı yarattı. giyinip çıktık ve evimizin çok yakınındaki pastaneye gittik. mideme dokunacağına yüzde yüz emin olmama karşın dayanamayıp kandil simidi istedim yine (ama mideme dokunmadı). arkadaşım da siparişini verdi ve yerimize oturmaya gittik. siparişlerimizle beraber içecek bir şey söylememiştik ama garson elinde çaylarıyla geldi. itirazımın yoktu kesinlikle, hatta bu olay telepati denilen şeyin gerçekten var olduğunu gösteriyor bile olabilir. kahvaltı sınırsız geyiklerimizle beraber bitti.


işe giderken metroyu kullanıyorum. metroda da haber başlıklarını geçiren bir sürü ekran var. yürüyen merdivenlerden aşağı inerken her zamankinden daha saçma bir haber çarptı gözüme: "şempanzeler de ölümü biliyor.". aklıma ilk gelen soru başka hangi canlı ölümü biliyor oldu. biz mi biliyoruz ölümü? kesinlikle öyle düşünmüyorum. tamam insanlar ölümün var olduğunu biliyorlar. ama bu ölümü bilmek demek değil ki. tartışmaya açsak hemen sanatsal cevaplar gelecek, insanlar kayıplarından dem vurmaya çalışacak eminim: "en yakının öldüğünde kalbindeki ateşle bilirsin ölümü..." saçmalıktan başka bir şey değil. kaybetme duygusu ölümle aynı şey değildir. ölümün ne olduğunu insanlar bilmiyor buna eminim. haberin geri kalanını bilmiyorum ama şempanzelerin de bilmediğine bahse girerim. ölümü sadece ölen biri bilebilir, onlar da ne yazık ki bize anlatamıyorlar dertlerini.


metro her zamanki gibi beni sonsuz sinir ve gerginliğe sevkederek geldi. metro istasyonları şu dünya üstünde bencilliğin, egoizmin ve hatta narsizmin en yoğun görüldüğü yerler. gruplar her zaman biz ne kadar komik ve süper bir grubuz diye bağırırlar sürekli. 50 yaşlarında teyzeler sanki metro onunmuş da biz kaçak biniyormuşuz     
gibi süzerler sizi. entellektüel olma iddiasındaki adamlar etrafı "bilerek" süzerler. bugün yine bunların hepsini yaşadım ve hatta beni bel hizamdan iterek yönlendirmeye çalışan konuşma özürlü teyzelerden bile vardı. sonuç olarak metrodan inip yukarıya çıkarken sadece temiz havaya değil aynı zamanda biraz rahatlamaya da yaklaştığımı hissediyordum.


yürüyen merdivenlerden çıkarken yan taraftaki aşağı doğru inen merdivenlerde bir çocuk çarptı gözüme. oldukça küçük bir çocuktu, bu çocukluğun verdiği çeviklikle aşağı inen yürüyen merdivenlerden yukarıya doğru çıkıyordu. bu görüntü beni ölüm hakkında biraz daha düşünmeye itti. çünkü çocuk kaçınılmaz biçimde hayatın mükemmel bir metaforuydu. yürüyen merdiven ise evrenin. evren yapısı gereği düzensizliğin ve kaosun sürekli arttığı bir yerdir. mesela sıcak suyla soğuk suyu karıştırırsanız ikisi düzenli bir biçimde yan yana durmaz, karışır ve karmaşaya doğru ilerlerler. eğer bunun tersine bir iş yapmak istiyorsanız sisteme yüksek miktarda enerji aktarmanız gerekir. işte bu yüzden buzdolapları o kadar elektrik yakıyor. fizikte buna termodinamiğin ikinci yasası deniyor. hayat dediğimiz şey işte bu düzensizliğe doğru ilerleyen evrende düzenli bir sistem kurmaya çalışmaya deniyor tam anlamıyla. o sebeple canlılar enerjiye ihtiyaç duyuyor: düzensizliğe meydan okumak için. ve bu sebeple de ölüyoruz çünkü son tahlilde hiç bir sistem 2. yasaya sonsuza dek karşı koyamaz. bu açıdan bakınca ölüm hakkında şu sonuca vardım ben de: o olabilecek en doğal şeylerden biri. asıl garip olan hayatın kendisi. doğal olmayan o. aynı aşağı inen yürüyen merdivendeki yukarı tırmanan çocuk gibi.


metrodan çıktım işe geldim sonunda. şu an o da bitiyor. ben de eve gitmek için dışarı çıkıyorum. ama metroyla gitmeyeceğim kesinlikle.

10 Nisan 2010 Cumartesi

fiziksel acı çekmekten nefret ederim. hasta olmaktan... şu an hastayım. insan hasta olduğunda, mutsuz olmak için çok fazla sebebi oluyor. benim hiç bir sebebim yok mutsuz olmak için; aksine mutlu olmak için onlarca sebep sıralayabilirim. ama her zaman söylediğim gibi düşünceler ile duygular birbirinden çok farklı şeyler ve duygular hiçbir zaman bilinen neden sonuç ilişkileri içinde gelişen mantıklı olgular olmadı.


hissettiğiniz bir şey belli bir temele dayandığında o kadar farkında olup sorgulamazsınız ne oluyorum ben diye. en sevdiğiniz yemeği yerken salgıladığınız seratoninin kaynağını düşünmezsiniz hiçbir zaman ya da insanlar önünde küçük düştüğünüzde neden utanıyorum demezsiniz. farkında bile olmadan hissedersiniz o duyguları. oysa her zaman böyle ilerlemez hissettiklerimiz, bazen nedensizdir hissedilenler, işte bu yüzden onların farkında olursunuz ve sorgularsınız kendinizi neden diye. cevap yoktur zaten mevzu da o cevabın var olmayışından başka bir şey değildir.


insan bu nedensiz ve anlaşılmaz duyguları göz ardı etmeye çalışır her zaman. çünkü onlar anlaşılmaz ve rahatsız edicilerdir. anlamsızca mutlu olanlar kendilerine mutsuz olmak için sebepler icat ederler. anlamsızca mutsuz olanlar mutlu olmak için neden ararlar kendilerine. neden utandığını bilmeyenler yapaylığı aşikar ve utanç verici bir kendine güven duygusunun arkasına sığınırlar. mutsuzluğu konu alan tüm şarkılarda mutsuzluğun nedeni anlatılır. abidin mutluluğun resmini yapamaz mutluluğun nedeninin resmini yapabilir sadece. hiç bir sanat eseri nedensizce yaşanan duyguları anlatmaz. bugün çok mutsuzum diye başlayan tüm yazılar "çünkü" diye devam edeceklerdir. anlamsızca mutsuz olmak üstüne yazılabilecek hiçbir şey yoktur çünkü.


ben son bir saattir mutsuzum. oysa günüm çok eğlenceli geçmişti. nedenleri olan bir çok mutluluk yaşadım gün boyunca ama şu an saf ve tertemiz bir mutsuzluğum var; nedensiz ve anlamsız. böyle anlarda her zaman yaptığımı yapıyorum şimdi. nedensiz bir mutsuzluktan yalandan mutluluklarla kurtulacak değilim. besliyorum mutsuzluğumu. uzaklaşıyorum insanlardan. yalnızlığımı da ne hissederseniz hissedin, onu güçlendirecek olan müziklerle destekliyorum. hayal kırıklıklarımı düşünüyorum (asla pişmanlıklarımı değil, insan pişman olmamalı hiçbir şeyden). bunu yapıyorum çünkü hissettiğim şey mutsuzluk da olsa, onu hissedebiliyor olmak, onu tüm bedeninle duymak ve onu yaşamak gerçekten güzel. gerçekten damarlarımda akıyor, kalbimden geçerken sızısını duyuyorum. kulaklarıma geldiğinde uğultusunu işitiyorum, burnumdayken o güzel olmayan ısıyı hissediyorum. gözlerime geldiğimde bulanıklaşıyor dünya. böylesine hissedebilmek bir şeyi, çok güzel.


uzaydan gözükmese de, insanların inşa ettiği, çin seddi'nden çok daha yüksek duvarlar var: insanların kendi etraflarına inşa ettiği, bizim ne hissettiğimizi başkalarının anlamamasını sağlayan o devasa duvarlar. bu duvarları yalanlardan inşa ediyorlar. sadece başkalarına söylenen yalanlar değil üstelik, insanların kendilerine söylediği yalanlar. hissettiklerimizin bilinmesi, zayıflık olarak görülüyor çünkü. hatta kendi tarafımızdan bilinmesi bile. işte bu duvar sadece anlamsızca bir şeyler hissederken yıkılıyor benim için. kendime ne hissettiğimi itiraf ediyorum, ve keyif alıyorum daha sonra hissetmekten.


ardında nedenler olmadan çok daha güzeldir yaşamak.

19 Mart 2010 Cuma

çocuktu ve çocukça hayalleri vardı. tek bir günün yıllarca sürdüğünü hissedecek kadar çocuktu. okuldan sonra deli gibi oyun oynamak için çıkmak istediği kısa ve dar sokağı bütün bir dünya olarak algılayacak kadar çocuktu. başkalarının bahçesinden izinsiz topladığı ham meyvelerin tadının anne babasının tek tek yoklayarak seçtikleri meyvelerden daha güzel oladuğunu düşünecek kadar çocuktu. saatlerce bindiği ikinci el bisikletinin üstünde kendini dünyanın en iyi formula bir pilotu olarak görecek kadar çocuktu. çocuktu ve çocukça hayalleri vardı.


en büyük hayali ve en büyük tutkusu, alt sokaktaki suratsız bakkalın sattığı, tezgahta yıllarca uğraşılarak biriktirilmiş korsan hazineleri gibi duran bir sürü bilyenin arasındaki o kırmızı bilyeyi almaktı. sadece tek bir oyunda kullanılabilen, ama nedense diğer tüm bilyelerden daha değerli olan büyük bilyelerdendi. hazinenin en değerli bilyesiydi belki de, ama en değerli elmasın altınlar ve mücevherlerle dolu hazine sandığının en üstünde parıldamasının tersine, altlarda ve arkadalarda duruyordu çünkü kimse almasın diye onu saklamıştı altlara.


bilyeler pahalıydı. bir erkek çocuğunun en önemli harcamasının bu bilyeler olduğunu bilen suratsız bakkal, bilerek bu kadar pahalıya satıyordu onları. büyük olanlar özellikle pahalıydı. bu yüzden, o bilyeyi alabilmek uğruna ter dökmesi gerekiyordu. diğer zevklerinden vazgeçmesi gerekiyordu her şeyden önce. oysa bilye oynamaya devam edebilmek için başka bilyeler de satın almalıydı mutlaka, zira kötü bir oyuncuydu ve her gün kaçınılmaz olarak bir sürü bilyesini kaybediyordu. o kırmızı bilyeyi alabilmek için bilye oynamaktan vazgeçmesi gerekiyordu bu yüzden. ayrıca okulun kantininde satılan sağlıksız, ama sağlıksız olduğu ölçüde lezzetli olan yağlı mı yağlı tostlardan yememesi gerekiyordu. tostlar da pahalıydı çünkü ve kesinlikle para biriktirmeye ihtiyacı vardı.


başlarda çok azimliydi, yavaş yavaş birikiyordu parası. yeteri kadar parayı biriktirdiğinde koşarak gitmişti bakkala. ne var ki, sokağın getirdiği toz toprağın koşmaktan kaynaklanan terle birleşmesinden oluşan çamurun arkasından hayal kırıklığıyla baktı gözleri. bileyelere zam gelmişti ve parası büyük kırmızı bilyeyi almaya yetmiyordu. çabalamaktan yorulan iradesini daha fazla zorlayamadı ve daha ufak olanlardan bir tane seçti şuursuzca. satın aldı ve bakkaldan çıktı. 


adığı bilye güzeldi güzel olmasına, ama büyük kırmızı bilye kadar değildi kesinlikle. yine de onunla oynadı günlerce o dar sokakta. günler yıllar gibiydi onun için. sonunda bir gün başkası satın aldı büyük kırmızı bilyeyi. küçük ruhu kıskançlıktan bilye kadar kırmızı olmuştu. parayla satın alamadığı büyük kırmızı bilyeyi oynayarak kazanmayı denedi bu sefer ama kötü bir oyuncuydu. kırmızı bilye çocuktan çocuğa geçti o dar sokakta, herkes bir şekilde bilyelerini kaybederdi bir gün. ama o kırmızı bilyeyi kazanan asla o olmadı. 


çocuk büyüdü, bilye oynama dönemini de geçti ve hayatına devam etti. ama büyük kırmızı bilye hala oyundadır ve hala birileri onu kaybetmektedir oyunda. onu elde edemeyen çocuk da hala oyundadır ve hala bilyeyi elde edememiştir.

1 Mart 2010 Pazartesi

normalde uyanmam gerekenden 13 dakika erken aradı babam bugün. sabırsızlıkla verilecek güzel haberleri vardı onu suçlayamam bu 13 dakika için. güzel haberlerle uykulu ama mutlu bir başlangıç yaptım aslında yeni olan ama bir önceki günle hiçbir farkı olmadığı için yeni demek istemediğim güne. itiraf edeyim tüm gün o 13 dakikalık uykuyu aradım. uykunun en önemli safhası o son anlar. eksik kaldığında tüm gün kendimi toparlayamam. gece de uykusuz geçmişti zaten, uzun saçlar ıslak olunca uyumak her zaman zor olmuştur ve tutulan kaslarımın ağrısı da durumu hiç kolaylaştırmadı.


13 dakika daha erken uyandığıma göre her zamankinden daha ağır hazırlanabilirdim. her zamanki prosedür, ama yavaş çekimde. şaşmış biyolojik saatim yüzünden ağırdan alma işini abarttığım için otobüse doğru koşmak zorunda kaldım. o koşu için kaslarıma pompalanan ekstra kan beni otobüsteki her zamanki uykumdan etti. bugünün uykusuzluktan kaynaklanan somurtkanlıkla geçeceği artık belli olmuştu. ama en azından müzik güzeldi, her zamanki gibi. umarım yakın çevremdeki herkes kulaklıklarımdan fışkıran o müzikle geçirmiştir her zamanki sıkıcı otobüs yolculuklarını. en azından bir kişinin öyle geçirdiğini biliyorum, o da bana hiç onaylamayan gözlerle bakan yaşlı amca. müziğin sesini açtım, sanırım iyi duyamıyordu. 


her sabah aldığım yol, her zamanki gibi bitti. otobüsten indim ve okuluma girdim. okula girme işi söylendiği kadar basit değil. son zamanlarda okula büyük bir gerginlikle giriyorum hep. öğrenci kimliğim kayıp günlerdir ve pazar günü güney meydanın çimlerinde çekirdek çitleyen teyzelere hürmet gösteren okul güvenliği okulun öğrencisi olan beni okula almayabilir. bugünü de kimliksiz atlattım. hızla indim yokuşu. iki buçuk seneden sonra insan derse yetişme telaşı içinde o eşsiz manzaraya kafasını çevirip bakmıyor bile. ama ilginç bir biçimde hep aynı noktada aynı insanlar aynı anlarda manzarayı seyrediyorlar ben oradan geçerken. bu insanların sürekli orada olması akla yakın olmayacağından farklı insanlar olduklarını düşünmek olası ama bu düşünce birbirine bu kadar çok benzeyen bir sürü insan olduğu sonucu doğuracağı için bunu kesinlikle reddediyorum.


bölümümüzün yeni hocasının verdiği mikroekonomi dersi her zamanki gibi anlaşılması zordu. akıl oyunlarını seyrettikten sonra üniversitede kesinlikle oyun teorisini görmeliyim diyen, bunun için üniversiteye hazırlanırken bir sürü alakasız üniversitenin bir sürü alakasız bölümünün ders programlarını didik didik eden ben (o bölümlerin kendi öğrencileri bile o kadar incelememiştir o programları), kendi kendimle dalga geçtim yine içimden. 


dersler bir bir geçti ve ben çok çalışkan bir öğrenciymişim gibi hepsini en önden dinledim. hayatımda üçüncü kez falan bir dersin problem çözüm saatine bile gittim ve bir kez daha neden daha önce gitmediğimi anladım. kesinlikle kendimi çok zeki olarak görüyor değilim ama insanların bu kadar aptal olabileceklerine inanmak da istemiyorum gerçekten. sorulan sorular beni deli etti yine sinir bastı gerildim. aptallık en katlanamadığım şey şu hayatta. türkçe dersinde bir profesörün yazdığı bir metine saçma dedim. utandım sonra kendimden. açıklamam güzeldi ama sonra çok iyi yerden vurulmuş bir darbeyle tuş oldum. neyseki o an konu değişti birden, biraz sessizleştim ben de. 


dersten sonra klasikleşmiş bir okuldan akmerkeze yürüyüş başladı. o yolu çok severim. nispetiye caddesi'nin trafiği her daim tıkalıdır otobüsteyseniz hayattan soğursunuz ama yaya olarak yürünmesi büyük zevktir her zaman. etileri boydan boya geçer bu yol, siz de onca zenginin içinde orta sınıf bir insan olarak yürürüsünüz zenginliklere imrenerek. herkes şıktır bu yolda. kızlar güzel olmasa bile bakımlıdır. zengin ve kokona teyzeler kibar kibar yürürler yavaşça. son model arabalar yanınızdan geçerken beğenmezsiniz. işin en güzel yanı, çok stratejik bir yerde huzur evinin olmasıdır. siz kıskançlıkla yürürken yolda işte bu yer sizi kendinize getirir. o kadar eğlencenin ve zenginliğin arasında büyük bir ironidir o huzurevi. yaşlı amcalar özlemle dışarıyı seyrederler pencereden ve o amcaları gördükten sonra siz de kendinizi zengin hissedersiniz. huzurevinden sonra daha suskun geçer yol.


aynı muhabbetleri çevirdik yürürken. hep gitmek istediğimiz ama bir türlü gitmediğimiz yerler için "mutlaka gidelim bu ay" dedik. ben o yeni açılan spor salonuna şöyle bir baktım ama hemen kafamı çevirdim. insanın kendini tanıması önemlidir. ben spor salonuna gidecek adam değilim. en sonunda arkadaşım audi'de karar kıldı. ben rolls royce'ta ısrar ettim. el yapımı arabadan başkasını tanımam. söylemeye gerek yok, yol her zamanki gibiydi.


akmerkez hala o eski ve güzel halinden çok uzak. nasıl becerdiler bilmiyorum ama o güzel yeri izbe döküntü bir yere çevirdiler. içeri girerken her zamanki problemleri yaşadım: ipodum güvenlik tehditi yarattı. neyse ki temizmişim girmemize izin verdiler. doğruca macro center'a gittik. benim gibi yemek yapmaktan hoşlanan keyif düşkünü bir insansanız macro center cennetten bir parçadır sizin için. lüks tüketim ürünleri her taraftadır. yüz gramı bile pahalı olan peynirlere özlemle baktım yine. ama bu sadece daha bir başlangıçtı. orada acı çekmek hoşuma gidiyor diyebilirim. oradan istediğim her şeyi alabilecek olma hayali her zaman kalbimdedir yine de. kasabın önünden geçerken kendimle sesli sesli dalga geçtim, o sanki on yıldır hiç et yememiş sezercik gibi bakışlarla dalga geçilmesi gerekiyordu. sonra yine o havyarların bildiğimiz tavuk etiyle yanyana sergilendiği standa geldik. uzun uzun kaldık orada. zenginliği elime alıp incelerken (o küçücük paket altmış lira) standın yemek yapmayı beceremeyen insanlara ayrılan bölümünde iki kişinin yapmış olmasının mümkün olmadığı o güzel insan belirdi. elimde havyar öyle kalakaldım. sonra kendime geldim tekrardan makarnaları incelemeye başladım hemen (bir insanın kendi ilgisini dağıtması o kadar zor ki). neyse ki ilgim dağıldı, çünkü çok güzel tek kişilik bir paket ravioli gördüm. aldım hemen akşam güzel bir yemek yapmaya karar verdim. paketi aldım elime doğruldum aynı anda o da doğruldu elinde bir paket nuggetla. gülümsedik birbirimize. en azından o gülümsedi. o an kendimi çok iyi bir müzik dinlermiş ya da harika bir tabloyu seyredermiş gibi geldi bana. gerçek bir sanat eseriydi. yollarımız ayrıldı sonra benim sos için krema almam gerekiyordu o da yemek yapmayı bilmediği için kolay hazrılanacak bir şeyler daha alacaktı yüksek ihitmalle. 


o büyük ve içimizde büyük tutkular uyandıran içki bölümünü es geçtik bu sefer. sadece uzonun fiyatına bir baktık. hele tam ortadaki pahalı şarapları saklayan kasaya hiç bakmadık. bir insanın milyarlık şaraplara en fazla bir metre yaklaşabilmesi gerçekten moral bozucu bir olgu. kasaya geldiğimizde ben her zamanki gibi kapalı olan kasayı buldum. en sonunda ödememizi de yaptık ve asıl geliş amacımızı gerçekleştirmek için ilan panosuna ilerledik. özel ders vermek için ilan verecektik: "fen lisesi mezunu boğaziçi üniversitesi öğrencisinden İngilizce, matematik, kimya ve biyoloji dersleri.".


çıkışta arkadaşımla yollarım ayrıldı. ravioliyle birlikte levent metrosuna yürümeye başladık yavaşça. akşam serinliğinde üşürken aynı zamanda terliyordum. akmerkez'den sonra yol artık güzel değildir öyle. etiler biter levent başlar. leventle beraber de karanlık. etiler'deki kibar insanlar yerlerini levent'in ters bakışlı insanlarına bırakır. ama bu akşam önemli değildi bu o kadar da; ben kimseyi görmüyordum çünkü kendi düşüncelerime dalmıştım. elit bir hayata duyulan özlem üstüneydi bu hayaller. metroya inerken sıyrıldım hepsinden, içim karardı her zamanki gibi. ama yine de dalgındım, turnikeye jeton yerine para atmaya çalıştım uzun süre hatta sinirlendim neden olmuyor diye. güvenliğin ters bakışları kendime getirdi beni. gittim jeton aldım kendime bir tane. metronun kapısının durduğu yeri yine inanılmaz bir biçimde bildim. bize buyuran o ses gibi önce inenlere yol verdim. her zamanki gibi "çekilir misiniz" demekten aciz bir kadın beni bel hizamdan iterek ilerletmeye çalıştı. böyle kadınlar her toplu taşıma aracında en az bir tane vardır. bulundukları yerden asla memnun olmazlar. kadına benim bir binek hayvanı olmadığımı, dolayısıyla beni dürterek bir yere varamayacağını hepimizin ortak olarak kullandığı konuşma dilini kullanmasını uygun bir dille rica ettim. halkımızda ortak olarak bulunan haklı olana kızma güdüsü yine kendini gösterdi ve insanlar öfkelendi bana. ne var ki yanımda güzel müziğim ve sesi oldukça dışarı veren kulaklığım vardı. ben de müzik onları yatıştırsın diye son ses dinledim ipodumdaki şarkıları.


metrodan indikten sonra cevahire girmem yine problem oldu. güvenliğin elinde müzik dinleyen genç bir insanın intihar bombası olarak cevahir'e geleceğine dair çok ciddi bir istihbarat olduğunu düşünüyorum. canlı bomba olmadığım anlaşılınca içeri girebildim. günahlarıma tanıklık etmesi için almam gereken şeyleri aldım. cevahirden çıktım her zaman alışveriş yaptığım büfeci her zamankinden mi dedi evet dedim ben de. hep istemiştim böyle bir müşteri ilişkisi ona sahibim sonunda artık.


sıradan gün böyle bitti. açım ve ravioli yapmalıyım. 

27 Şubat 2010 Cumartesi

bir insana yapılabilecek en büyük aşağılama onun hakkında en ufak bir hisse sahip olmamak. sevgi ya da aşk gibi şiirsel duygular değil bahsettiğim. birini aşağılamak istiyorsanız ondan nefret etmeyin, ona öfke duymayın yeter. aşağılama sıfır noktasıdır, alabildiğine hissiyatsız olmaktır. birini yaralamanın en kolay yoludur bu: hissiyatsızlık ve umursamazlık. çünkü şu dünya üstünde insanın en önemli içgüdüsü önemsenme arzusudur. insan önemsenmek için yaşar.

21 Şubat 2010 Pazar


küçük şeylerden mutlu olabilmekten çok daha kolay küçük şeylerden mutsuz olmak. hem de öyle bunalımdayım ben tribine girmek de değil, adam gibi mutsuz olmak. rahat olmak lazım diyorum hep rahatım da zaten ama işte o bir tek, ufacık şey yetiyor bazen adam gibi bir mutsuzluk için.birden o basit, küçük, anlamsız şey kendini yapayalnız, aptal, işe yaramaz bir sosyopat gibi hissetmene neden olabiliyor. sonra bir yumruk tıkanıyor gırtlağın oraya bir yere, yutkunamıyorsun; hatta yutkunacak bir şeyin de olmuyor, ağzın kurumuş çünkü. gözlerin doluyor, görüşün bulanıyor hafiften. bunu geçirecek bir şey yok mu? var elbet ama asla olması gerektiği zamanda olmaz. beklediğin sürece olmaz. beklemekten de vazgeçemezsin asla.

büyük olaylar bu kadar mutsuz etmez zaten insanı. onlara karşı bir çeşit savunma mekanızması var vücudun.kendine söylediğin yalanlar var. başkasına söylettiğin yalanlar var. onların kendiliğinden söylediği yalanlar var. hormonlar var.psikolojik olarak reddetme var. her şey planladığın gibi gider çoğunlukla büyük olaylarda. yalanların hormonların reddedişlerin hepsi hazırdır. ama o küçük şeyleri atlatmayı planlayamazsın.

o ufacık şey bütün o yalanları yüzüne vurur. elinde sadece ağzını kurutan gırtlağını tıkayan ve gözlerini yaşartan, hormonal-sinirsel, bir işe yaramadığı gibi durumu daha da zorlaştıran bedensel zırvalıklar kalır. sonra yavaş yavaş yeni bir yalan bulursun. boşlukları görmezden gelirsin. geçer gider. izi kalır ama.sonra her yeni küçücük şey daha da derinleştirir onu.hatta öyle ki, işte o izler birikir ve kalabalığın içinde yapayalnız otururken, hiçbir şey düşünmeden ve gözlerini odaklamak gayreti bile sarfetmeden boşluğa bakarken asılan suratında ortaya çıkarlar. biri anlamsızca ne oldu der.bu her zaman planın dahilinde olan bir olaydır, hazırlıklısındır ve yok bir şey dersin. gülümsersin. soruyu soran bu yalan cevap ve gülümsemeden tatmin olur. sen de tatmin olursun. sonra bomboş yaşam devam eder.
ressamın biri, ilk resmini yaptığı zamandan yıllar sonra, resimlerinin hepsini bir bir gözden geçirmeye karar verdi. uzun saatler harcadı resimlerini incelemek için, ne var ki, bu uzun sürenin nedeni çok fazla resim yapmış olması değil, sadece yaptığı resimleri gerçekten anlamak için çok fazla vakte ihtiyacının olmasıydı.


resimlerini incelerken hiç birinin güzel olmadığı yargısına vardı. bu sonuca yaptığı tüm resimlere sadece kendinin sahip olmasından yola çıkarak vardığını düşündü önce. satılmamışlardı, satılanlar da bir süre sonra geri gelmişti. resimleri başkaları tarafından beğenilmiyordu açıkça. ne var ki, böyle düşünmenin doğru olmadığını farketti sonra. resim yapmasının nedeni, başkalarının resimleri beğenecek olması değildi. resim yapmasının nedeni kendi duygularını ifade etmekti sadece. bunca yıldır resimlerini tek bir kişi bile beğenmemişken resim yapmayı sürdürmesinin nedeni buydu zaten. önemli olan onun resimlerde neyi nasıl ifade ettiğiydi. bu düşünceye sıkıca sarıldı önce. ama ruhunda kara bir delik gibi olan o acı gerçek hala yok olmamıştı: resimleri kötüydü. bu sonuca varmak için başkalarının resimlerini beğenip beğenmediğini düşünmesine ihtiyacı yoktu. gerçek anlatılması ya da üstünde düşünülmesi bile aptallık olacak kadar açıktı aslında: resimlerini kendi beğenmiyordu.


bazı resimler fazla abartılıydı. hissettikleri resimlerindeki kadar çok renk taşımıyodu. kırmızının en cart tonu değildi hissettikleri ya da o kadar parlak değildi o yıldızlar. ne o ağaç o kadar haşmetliydi ne de gölgesi o kadar koyu. ne resmettiği kadar mutlu da olmamıştı kederli de. o yangın öyle büyük değildi aslında, sonuç olarak o çizdiği enkaz da büyük değildi o kadar.


bazıları üstünde çok düşünüldüğü için yapmacıktı. mükemmelleştirmişti çizdiği her şeyi. tüm güzellikler kusursuzdu, mutluluklar da öyle. kederler ölümcüldü kusursuzca. her şey yerli yerindeydi, düzesizliği bile öyle resmetmetmişti ki kendine ait bir düzeni vardı. planlanmış bir mutluluk ne kadar gerçekçi olabilirdi oysa ya da bu kadar iyi kurgulanmış bir aşk? bu kadar iyi düşünülmüş bir keder yaşamamıştı hiç. yapmacıklık vardı bu resimlerde. sanki hissettiklerini ifade etmek için değil de başkalarına yalan söylemek için yapılmışlar gibi.


bazıları sırf resim yapmak için yapılmıştı. hissettiklerini resmettiğini söylerdi oysa hep. ama bazı resimler sadece o an resim yapıyor olmak için yapılmıştı. hissettikleri yoktu onlarda ne de hissedecekleri. abartılmış değillerdi, yapmacık değillerdi çünkü gerçek bile değillerdi zaten. hissedilenlerin bir ifadesi olarak değil kendine yalan söylemek için yapılmışlardı.


bazılarının da konusu çok saçmaydı. duyguları resmetmemişlerdi. içgüdülerin resimleriydiler sadece. hep çok derin duyguları olan bir insan olarak övünen biri için utanç verici resimlerdi bunlar. kendine ihanet etmişti bu resimlerde.


çok sinirlendi ressam, yıllarını vermişti bu resimlere ve gözüne bir hiç gibi geliyorlardı şimdi. düşündükçe hiç uğruna harcanan o uzun yıllar gözünde daha da büyüdü ressamın. resim yapmamalıyım artık diye düşündü. eğer yaptığı resimler gerçekten bu kadar kötüyse, resim yapmasının ne anlamı vardı gerçekten?


günler sonra içmediği bir gün, en sonunda, "hayır" dedi ressam "o resimleri ben yapmadım. o resimleri bir ressam yaptı ama ben bir ressam değilim.".