Let Down by Radiohead on Grooveshark

2 Şubat 2011 Çarşamba

gece saat 4.04te sorulmayan sorulara cevaplar veren aptal bir adamın aklına gelenler

evimin aydınlığı aydınlık karanlığı karanlık olmayan salonunda, eski ve kirli kırmızı divanın hep aynı köşesinde, gözlerim uykudan kan çanağına dönene kadar bilgisayar karşısında hiçbir şey yapmadan saatlerce oturmamın bir sebebi var. sebepsiz değil.
bilgisayar başında oyalanayım ki aklım uyuşsun, düşünmeye fırsat bulamayayım hiçbir şeyi. çünkü düşündükçe kendime bakmak zorunda kalıyorum ve ben nasıl böyle oldum sorusunu soruyorum ister istemez.
“ben eskiden böyle değildim” sonucu hemen çıkıyor zaten, bunun için fazla düşünmeye gerek bile yok. “nasıl böyle biri oldum peki ben?” sorusu ise kaçınılmaz bir biçimde onu izliyor hemen.
hayatımın her ayrıntısını kontrol etmeye çalışmaktan kafayı sıyırsam da aslında başıma gelen hiçbir şeyi kontrol edememiş olmam, apayrı bir başarısızlık öyküsüdür.
ben bir insanım, sözümona evrimin son halkası, adaptasyon yeteneği en güçlü canlı türü, homo sapiens.
türümün gerektirdiği gibi uyum sağladım, şartları ben seçmedim, seçemeyi beceremedim. olaylar istediğim gibi gelişmedi, ben de istemediğim bu durumlara istemediğim bir insana dönüşerek yanıt verdim.
ben iyiydim de çevrem kötüydü demek istemiyorum, hayır. ama çok fazla ayrıntı var hayatta ve sanki tanrısal bir gücüm varmış gibi her şeyi kontrol edebildiğimi düşünsem de, bir boku değiştirebildiğim yok.
o yüzdendir ki, aşırı tepkiler veren bir insanım ben. her değişiklik, kendi şokunu da beraberinde getiriyor çünkü.
o yüzdendir ki, ben hayatımın her beş yıllık periyodunda bir önceki beş yıldan nefret eden bir insanım. yeni halime alıştığımda eski halim nefret edilesi oluyor çünkü.
kötü bir insan değilim ben, ya da öyleyim. bilmiyorum, kimse bilemez.
bak gördün mü düşünmek nereye getirdi bizi, kötünün ne olduğuna karar veremeyen aptal bir filozof gibi oldum 5 dakikada.
“insanların büyük çoğunluğu yüzmesini öğrenmeden yüzmek istemez. yüzmek istememeleri doğal, çünkü karada yaşamak için dünyaya gelmişler; suda değil. ve düşünmek istememeleri de doğal, çünkü yaşamak için yaratılmışlar; düşünmek için değil! evet, kim düşünürse, kim düşünmeyi kendisi için temel uğraş yaparsa bundan ileri bir noktaya ulaşabilir. ne var ki, karayla suyu değiş tokuş etmiştir. böyle biri bir gün gelip suda boğulur.”
boğulmak istemiyorum. 
uykum var.
umursamıyorum.

29 Ocak 2011 Cumartesi

birinci tekil şahıstan üçüncü türden yakınlaşmalar


yatma vakti geldi. iki bin on bir yılının yirmi sekiz ocak gününün ilk güneş ışıkları, hepsi aynı gibi görünen apartmanların çatılarına düşmeden önce, herkesin kar getirmesini beklediği ama belki de sırf bu yüzden romantik bile olmayan ahmak ıslatan yağmurundan başka bir şey getirmeyen ince bulutlarda kırılıyor. gökyüzü bir sanat eseri adeta, insan gözünün algılayamayacağı çözünürlükte teknolojiler üreten insanlıktan, sadece bir veya iki tane ressam bu renkler kalabalığını anlamlandırıp insan beyninin algılayamayacağı kadar güzel tablolara dönüştürebilir. bense açık penceremin önünde, sözümona son yılların en soğuk kışının eseri olan sabahın sessiz ayazının hissiz bıraktığı parmaklarımla pervazı kavrayarak ve titreyerek, izliyorum onu. şu an bu görüntüye tanıklık eden sadece ben varım milyonlarca kişilik istanbul’da, sadece benim algım var. 
sessiz ayaz, odamı ele geçirirken yavaşça, görüşüm de ağzımdan çıkan buharın yarattığı pusta bulanıyor. bilmiyorum neden, uyumam gerek. yorgun olduğumdan değil, uykum olduğundan da değil, belki sadece artık sabah olduğu için.
pencereyi kapattım ve son bir bakış attım ben uyandığımda artık orada olmayacak olan gökyüzüne. o bir andı, daha önce gerçekleşmemişti, daha sonra da gerçekleşmeyecek. o anı algılama şansına sadece ben eriştim, güzel, artık unutabilirim. perdeyi çektim, uyumak istiyorsanız, bu kadar güzel bir şeyi istemezsiniz etrafınızda.
odam, düşüncelerim ve saçlarım kadar dağınık olan odam, buz gibi. iki kişilik yatağım, bir kişi için de, iki kişi için de buz gibi. ışığı söndürdüm ama oda aydınlık kaldı yine de. uzun zamandır yaptığım gibi iki kişilik yatağımın ikinci kişi için olan yerine yattım. yatağımın kendi tarafına iyi geceler dilemedim, çünkü an itibariyle orada kimse yatmıyor. yorgan buz gibi. yorganın üstüne örttüğüm battaniye buz gibi. bacaklarım birbirine temas ediyor. kendi tenime temas etmekten rahatsız oluyorum. bacaklarım buz gibi.
ne herhangi bir sesi ne de soğuğu engelleyebilen eski pencere pervazları, benim tersime tüm gece uyuyan ve sabah olduğu içi daha yeni kalkan martıların çatlak seslerini de asla engellemiyor. sabahın bu saatini iyi bilirim. martıların çirkin sesleri ancak onların uyuduğu, benimse uyandığım saatte bitecek. yine de uykuya dalarken martıların sesleri kollarımın arasından ve göğsümün oralardan bir yerden gelen hafif bir horultuymuş gibi mutlu ediyor beni tam uykuya dalarken.

11 Kasım 2010 Perşembe

Morrissey ve Yoda'dan Alıntılar Yapan Yalancı Bir Adamın Gerçekleri




bir şeyler anlatmak istiyorsam ve nasıl anlatacağımı, hatta, ne anlatacağımı bilmiyorsam, yaptığım şey çoğunlukla saçmalamak oluyor, istisnasız. bilgisayarın başına yazmak için oturup, yazdığım ilk cümle önce star wars'tan bir alıntı (korku öfkeye, öfke nefrete, nefret de acıya neden olur.), onu sildikten sonra da yaşamanın ne olduğunu tanımlayan klişe (ve her klişe gibi içi boş ve anlamsız) bir cümle ("yaşamak aslında sadece (ve sadece) yaşamanın anlamını aramaktır."--cidden aptalca.) olunca durumun tam da bu olduğunu anladım aslında. sonra bu ikinci cümleyi de sildim (ki yarın tekrar okuyunca kendimi gregor samsa gibi hissetmeyeceğim demektir.-böcek demiyim gregor samsa diyim de o kadar boş olmadığım anlaşılsın çabası bu da tamamen.- ). sonuç olarak bir şeyi anlatmak isteyince önce ne anlatmak istediğime, sonra da onu nasıl anlatmam gerektiğine (örneğin kendimi ezik hissettiğim bir konuysa, zorlama bir analoji kurmam gerekir, değilse daha doğrudan anlatırım.) karar vermem gerek aslında. yazının başlangıcının bu kadar uzamaya başlamasına karşın benim hala ne anlatacağımı ve nasıl anlatacağımı karar veremememi anlatıyor olmam da aslında bizi bu paragrafın başına götüren bir olgu (olgu kelimesini joker olarak kullanmaya da bayılıyorum. sekizinci sınıftaki türkçe öğretmenim -hayır hocam değil öğretmenim- "şey" kelimesini kullanmamızı yasaklamıştı ama onun yerine "olgu deyince kızmıyordu).


gece saat dört olmasına ve yarın okula gitmek için yatmam gerekmesine rağmen, kanlı ama uykudan ağırlaşmamış gözlerle bilgisayarın başında yazmak için debeleniyor olmamın oldukça çeşitli nedenleri var. ilk akla gelen ve bu fiziksel durumun oluşmasını sağlayan neden, bana doğum günümde hediye olarak french press alan (neden french press sorunun cevabı bundan yaklaşık altı yıl öncesine uzanan bir olaylar silsilesi.) sevgili dostum ve benim param olmadığında artan para harcama eğilimimin bir sonucu olarak cevahirdeki starbucks'tan filtre kahve almam, evde düzeneği işletip bir dolu kahve içmem olarak düşünülebilir. lakin bu açıklama aynı birinci dünya savaşının çıkma nedeninin avusturya-macaristan veliahtının bir sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi olarak anlatılması kadar sığ ve eksik.


yazmak istemenin diğer nedenleri bu kadar net ve anlaşılır değil oysa. gerçekten tatmin edici ve gerçeğe yakın bir diğer neden de, cumartesi gecesinden başlayarak şu ana kadar tekrar eden eden bir biçimde, bir anlamsızca mutsuz bir anlamsızca mutlu olmam. bu kadar gelgitli bir ruh hali elbette yoğun bir anlatma isteğine yol açıyor. ayrıca ben bir insan olduğumdan, ve her insan da yapısı itibariyle korktuğunda yalan söylediğinden, mutlu ve mutsuz kelimelerinin başına getirdiğim "anlamsızca" takısı da doğal olarak gerçekdışı. anlamsızca mutsuz olmayı öven bir yazısı, hatta yine bu konuda yazılmış salak bir şiiri olan bir insan olarak, bunu söylemem kendimle çelişmek olarak görülebilir. ama insanlar nasıl yapıları itibariyle yalan söylüyorlarsa, yalanlar da yapıları itibariyle çelişkiler yaratırlar, en ustaca söylenenleri bile.


o zaman kendime sormam gereken soru da doğal olarak neyden korktuğum olmalı. ne var ki, ben bu soruyu sorduğumda vereceğim cevapların hepsi hemen her zaman yalan olacak. ben de gerçekten iyi yalan söyleyen bir insan olduğumdan, cevaplara inanacağım. o yalanlar başta çelişki yaratmayacak çünkü iyi kurgulanmış yalanlar olacaklar. hayır hayır, kendime direkt olarak neyden korktuğumu soramam. yapmam gereken şey, hazırlıksız yakalandığım olaylara karşı nasıl tepkiler verdiğimi gözlemlemem. o olaylara düşünmeden verdiğim tepkiler, işte onlar bana neyden korktuğumu gösterecek.


ve evet, beklenilmeyen o olayın, o haberin, ne olduğu son derece açık. verdiğim aptalca, hatta rezilce, ama saf gerçek tepki de aynı derece açık. olayın ne olduğunu açıklayacak değilim (uygun bir analoji kuramadım.). ama onun en önemli özelliğini vererek neyden korktuğumu açıklayabilirim.


eğer aylardır kendime söylediğim, başkalarına söylediğim, sonra yine kendime söylediğim şeyler gerçek olsaydı, ben yalan söylemiyor olsaydım (söylenen şeylerin gerçek olmasıyla yalan söylememek aynı şeyler değil. dolayısıyla bu da bir anlatım bozukluğu değil.), o haberden mutluluk duymamam gerekirdi. iyi bir insan olmaya çalışan bir insan olarak, başkalarının başına gelen kötü bir şeyden mutlu olmak, başlı başına iğrenç bir şeyken, aynı şeyi yaşamış bir insan olarak mutluluk duymam, iğrençliği katlıyor. hatta bunu ilahi adalet olarak adlandırmak, durumu daha da beter hale getiriyor. bunun başlıca tek bir açıklaması var, o da benim içimde bir yerlerde nefret olduğu. 


morrissey'in, güzide bir şarkısının sözlerini star wars'un az önce bahsi geçen alıntısıyla kombine edip kendime şiar edinmiştim oysa: "with your triumphs and your charms, while they're in each other's arms... it's so easy to laugh, it's so easy to hate, it takes strength to be gentle and kind. over, over, over, over.", "korku öfkeye, öfke nefrete, nefret ise acı çekmeye sebep olur. bu karanlık tarafa giden yoldur.". ilkinin doğru olduğunu biliyoruz ikincinin de. artık ikincinin terse de işlediğini biliyorum: acı nefrete, nefret öfkeye, öfke de korkuya sebebiyet verir. çıkan sonuç da benim, geçen hafta karanlık tarafa kaymış olduğum gerçeği.


sonuç olarak, stoacılardan hala nefret ediyorum. ama kendim de öyle davranıyorum. 


ne var ki, duyguları bastırmak onları yok etmeye yetmeyecektir.


ve, hormonlarını reddeden, insanlığına da reddeder.

25 Ekim 2010 Pazartesi

geçenlerde (belirsiz bir zamanı refere ederek başlamam bunun kötü bir yazı olacağının bir işareti olabilir aslında) okuldaki yorucu bir günün sonunda, sabah kahvaltısı etmememin de etkisiyle açlıktan ölecek bir duruma geldim akşam sularında. aşkın gözü kördür diyorlar ya, aslında bu klişenin "açlığın gözü kör" olması gerekirdi. normal bir insan o kadar açken ne verseniz mutlu olur ama ben zevk sahibi bir insan olarak güzel yemekler yemeyi severim. ne var ki, o an güzel bir yemek için yeterli değildim çünkü yeteri kadar param yoktu. ama yinede zevklerim sahip olduklarımın önüne geçti otobüsle eve doğru giderken ve ben de dışarıda güzel bir yemek yiyemeyecek olsam da evde kendime güzel bir yemek yapıp yemeye karar verdim.


otobüsten indikten sonra ilk gördüğüm markete daldım hemen. aklımda balık yemek vardı, balık satan reyona doğru hızlı bir şekilde ilerledim hemen, yorgun olmama rağmen. herhangi bir balık değil, papalina yemek yemek istiyordum (http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=418256). ne var ki, çocuklar için bir dolu bilye satan reyonun hemen yanındaki balık reyonundaki manzara hayal kırıklığıydı. papalina yemek için yeterli olmamamı sadece hayatın bir adaletsizliği olarak açıklayabiliriz (balık çok pahalıydı). cebimdeki parayı ve marketteki ürünlerin fiyatlarını karşılaştırdığımda çıkan sonuç, benim o akşam semizotu yiyecek olmamdı. çok da acınası değil çünkü ben semizotunu da severim ve kötü yemek diye bir şeyin olmadığına, sadece kötü yapılmış bir yemek diye bir şey olduğuna inanırım. kulağa son derece kötü gelen malzemelerle yeteri kadar uğraşıldığında gerçekten güzel yemekler çıkabilir ortaya.


gerekli malzemeleri aldıktan sonra eve geldim ve yemeği hazırlamaya başladım. iyi yemeğin sırlarından biri de, ağır ateşte çok uzun süre pişirmektir. her ne kadar çok aç olsam da, yemeği aceleyle değil ağır ağır pişirmeye karar verdim. hem hazzı ertelemek her zaman güzel sonuçlar verir zaten.  gerçekten çok uğraştıktan ve yemeği pişmeye hazır hala getirdikten sonra ateşi en hafif seviyeye getirdim ve yemek ağır ağır pişerken biraz dinlenmeye karar verdim.


yatağımda uzanırken uyuyakalmışım. yemeğimden gelmeye başlayan yanık kokuları beni uyandırdı, oysa çok kocaman bir tabak papalina yediğimi görüyordum rüyamda. arkadaşlarıma beni uyarmadıkları için kızdım, onlar da bana uyandırmaya çalıştıklarını ama uyanmadığımı söylediler. yemekten hemen vazgeçmedim, belki de rüyamın etkisiyle. umutsuz bir çabayla biraz su ekleyip tekrar pişmeye bıraktım, her ne kadar ev arkadaşlarım yemeğin işinin bittiğini, artık ondan vazgeçmem gerektiğini söyleseler de. ama bir insan bir şeyi çok fazla arzuluyorsa geri kalan insanların ne dediğini gerçekten umursamayabiliyor.


hatalarından ders alan bir insan olsaydım, yemeği tekrar pişmeye bıraktıktan sonra yine uyuyakalmazdım. ama kesinlikle hatalarımdan ders alan bir insan değilim ve, yine rüya görürken, bu sefer çok daha yoğun bir yanık kokusuyla uyandım. ama bu ikinci rüya koca bir tabak papalina yerine benim pişirdiğim güzel semizotu yemeğinin tanımadığım insanlar tarafından yeniyor oluşuydu. daha çok bir kabus diyebiliriz.


yeni uyanmış bir insan için şaşırtıcı olacak bir hızla yattığım kanepeden fırladım ve yemeğe doğru koştum. manzara gerçekten kötüydü. etrafta inanılmaz derecede iğrenç bir yanık kokusunun olmasının yanında, en sevdiğim tencere de kullanılmaz duruma gelmişti. dahası, yemekte olmaması gereken, saatlerce düşünsem de aklıma gelmeyecek başka bir koku vardı etrafta: kekik! semiz otu yemeğinde kekik! kekiği benim koymadığım aşikardı, mutlaka bir başkası tarafından konmuş olmalıydı, kokunun yarattığı öfke ve mide bulantısı içinde, ev arkadaşlarıma sordum, tabii ki onlar koymamıştı, ama o zaman kekik nereden gelmişti benim yemeğime? varılabilecek tek mantıklı sonuç, kekik daha topraktayken, onun yanında bitmiş olmasıydı. sonuç olarak zaten ben o yemeği yiyemeyecekmişim, gerçekten elimden geleni yapsaydım bile.


yanık yemek çöpü boyladı tabii hemen. tencereyi atmaksa o kadar kolay değildi, o yüzden atmadan önce mutfak tezgahında bir süre daha durmasına izin verildi. kokuysa kesinlikle içinden çıkılması daha zor olan bir konuydu. önce havalandırmayla halledilebileceğini düşündük, ama sanki hatalarımın bir anısıymışçasına yok olmuyordu bir türlü. tüm eşyalara sinmişti. önce ev arkadaşlarımın fikirlerini uyguladık. etrafı temizledik, çamaşır suyu bile işe yaramadı. 


evimizdeki yanık yemek kokusu, sanki benim yemek yapamadığımın bir işareti gibi geliyordu insanlara. sanki ben beceriksizmişim gibi. ben ve yakınımdaki insanlar işin böyle olmadığını biliyorduk elbette. bu yüzden artık konu hakkında bir şeyler yapılması gerekiyordu. annem, oda kokusunun işe yarayabileceğini söyledi. ilk denediğim birkaç koku, işe yaramak bir tarafa, durumu daha da kötüleştirdi. en sonunda soruna çözüm olabilecek kokuyu buldum. son derece hoş kokuyordu ve kesinlikle yanık kokusunu bastırıyordu (ama kokuyu yok etmiyordu). ne var ki, bu sefer de oda parfümünün kendisi rahatsız etmeye başladı, şimdi de o eşyalara siniyordu artık. her ne kadar güzel koksa da, oda kokusundan da bıktım, artık sanki asla yok olmayacakmış gibi gelmeye başlamıştı. sonunda, oda kokusunu kullanmayı bıraktım, ve şaşırtıcı bir biçimde bu yeni koku hemen ortadan kayboldu. yanık kokusu da, rahatsız etmeyecek kadar azalmıştı, asla tam olarak gitmeyeceğini biliyordum elbette, ama artık benim kötü bir reklamım gibi değildi. kötü olan şu ki, kullanmayı bıraktığım oda parfümünün kokusunu özlemeye başlasam da tekrar, parfüm artık marketlerde bulunmuyordu.


bu olay benim yemek yapma arzumda ciddi bir düşüşe yol açtı, artık güzel yemekler yemekten de eskisi kadar haz almıyorum. yanık kokusuysa sadece alkolün yol açtığı mide bulantısı yüzünden derin nefesler alırken şöyle bir geliyor burnuma ve o mide bulantısını daha da kötüleştiriyor. ama kusmama yol açtığını söyleyemem, geçenlerdeki bir olayı saymazsak.


http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=2575934

19 Ekim 2010 Salı

akşam banyoda işedikten sonra, klozete baktım sifonun düğmesine basmadan önce. suyla karışan idrarın rengi aynı çamaşır suyuna benziyordu ve kokusu da aynı derece iğrençti. işediğimde kendi bedenime dokunmuş olduğum için, ellerimi yıkamam gerekiyordu. belki milyonuncu defa bunun saçmalığını düşünürken, ellerime sabun sıktım, sabunun kokusu kirli olduğu savunulan çamurdan binlerce kez daha kötüydü. en sonunda kafamda yalnızca iki düşünce vardı ellerimi durularken (sabun temizliği getirmişti ama buna rağmen akıp gitmeliydi ellerimden) : 1) neden kendi bedenimi pis olarak değerlendirmem gerekiyordu ve 2) çamaşır suyunun temizlediği ve idrarın kirlettiği fikri neyden kaynaklanıyordu.


aslında beynimizin sadece ilkel güdüleri çalıştıran kısmına sahip olsam çok daha mutlu olurdum: ye, üre ve hayatta kal. geri kalan sadece mutsuzluk getiriyor başka bir şey değil. ne zaman ki, yediğim yemeğin orgazmını yaşıyorum, ilkel beyin devreden çıkıyor o an, düşündüğüm yegane şey de aynaya baktığımda yediğim şeyin calvin klein'ın iç çamaşırı modellerine benzerliğimi daha da azaltacak olan göbeğime olan etkisi oluyor. seksin tam o en ıslak, en çok kokan anında, soluk aldığında aldığın hava artık atmosferin ilk on altı kilometresindeki yüzde yirmi birlik oksijenden ziyade, o sırada yapabildiği tek şey çığlık atmak olan insanın ciğerlerinden çıkan karbondioksit ağırlıklı tatmin dolu sıcaklıkken, kafamda sadece, uyandığımda ne yapmam gerekeceği ve karşımdakinin "sevgilisi"nin yaptığım şeyi bilse, benim aynı durumda kaldığımda hissettiklerimi hissedip hissetmeyeceği. hayatta kalmaksa, artık kalp atışlarımı hissedebilmekten çok, yüz kırk karakterlik bir "tweet" girmekten ibaret artık.


taksimde geçirilen bir gecenin sonunda, kanımda dolaşan alkol yeteri kadar beyin hücremi öldürebilmişse, insanları izlerim sadece. taksimde gecenin gündüzden bir farkı yoktur, yeteri kadar içkiden sonra asla olmamıştır zaten. sanki köle taşıyan gemiymişçesine sıkış tepiş barlar, her zamanki ter kokusu, her zamanki kötü müzik, her zamanki yapış yapışlık... yalnız insanlar, çoğu yalnızlığını tek gecelik sekslerle bitirebileceğini düşünen ama defalarca yanılmış olduklarını görseler bile bu fikirlerinden vazgeçmeyen yalnız insanlar, sigara içiyorlardır yine. o sigaraların dumanı her zamanki gibi ertesi sabah yanlarında uyanacakları tanımadıkları insanların ciğerlerine de uğruyordur gitmeden önce, daha sonra birbirine karışacak nefeslerin habercisi gibi. aslında hepsi yalnız uyanacaktır ertesi sabah, bazıları gerçekten yalnız, bazıları ise yalnız, ama sadece daha derinden derine. yine de, yeteri kadar içkiden sonra yalnız olmanın bir önemi yoktur. yalnız olmayanlar ise daha kötü durumdadırlar, kendilerinin yanısıra yanındakilere de katlanmaları gerekiyordur. her zamanki gibi kısıtlanmışlardır: yalnız olmamanın bedeli. yine de, eğer yeteri kadar içilmişse, başkalarının bir önemi yoktur. 


insanlar neden her cumartesi günü bu kadar çok alkol alıp evlerine utançla dönüyorlar ki zaten? tek bir sebebi var, o da beynin düşünebilen kısmını öldürüp sadece içgüdülerle başbaşa kalmak. düşünmemek. düşünmek acı çekmektir. anlamsızca mutlu olmak, düşünemeyenlere özgü, düşünenler sadece anlamsızca mutsuz olurlar. ya da... anlamsızca mutsuz olmak değil de, anlamsızca mutlu olmama isteği diyelim.

6 Ekim 2010 Çarşamba

sonbahar artık yok. ilkbahar gibi o da kayboldu gitti artık. gidenler sadece mevsimler olsaydı umursamayabilirdim ama gidenler sadece mevsimler değil, hayır, duygular gitti onlarla beraber, anılar da.



daha birkaç gün önce coğrafya anlatıyordum öğrencilerime: dünyanın şekli ve hareketlerinin sonuçları. "23 eylül" dedim, tahtaya çizdiğim dünya figürünün üstüne elimi koyarak (güneş ışınları ekvatora dik düşüyordu), "sonbahar ekinoksu olarak bilinir.". "bugünde, tüm dünyada gece ve gündüzlerin süresi birbirine eşittir ve yine bugün kuzey yarımkürede sonbaharın başlangıcıdır.". şimdi, dışarıdaki buz gibi havayı ve yaz yağmurunun mutlu tavrının aksine acımasız bir şekilde yağan kış yağmurunu izlerken pencerede, buruk bir şekilde gülümsetiyor sadece o anlattıklarım. zaten ben "sonbahar" derken öğrencilerimin gözünde oluşan boş bakışlar, her şeyden daha iyi anlatıyordu bahar denilen şeyin yok oluşunu.


o gün ders coğrafya değil de aşk olsaydı, ben işte değil evde olsaydım ve tamamen farklı bir öğrenci olsaydı karşımda, "tatilin yarattığı özlemin sevişerek giderilmesi" konusunu işlerken ben, tek bir dokunuşun bir insanın tüylerinde yarattığı ürpertiyi anlatmak için elimle bir çift göğüse dokunarak, "işte" deseydim, "bir bedenin diğerinde yarattığı bu etkiye aşk denir.", yine aynı boş gözlerle karşılaşacaktım, ne bir eksik ne de bir fazla.


keza, sararıp dökülen yapraklar da yok artık. eskiden kar çıplak ağaçların üstüne yağardı (bu da insana romantik olma şansı verirdi yazarken, "yapraksız ve çıplak sevgilileri daha çok üşümesin diye onları karla örttü dünya" diyecektim mesela.). şimdi haftasonu kar gelecek diyorlar ama ağaçlar yemyeşil daha. dökülen yapraklar olmayınca, her yerde mutlaka görülen, hayatının amacı dökülen kahverengi yaprakları süpürmek olan yaşlı çöpçü amcalar da ortadan yok oldu. o amcalar ki, bana her zaman yaşamaya çalışan insanları anımsatırlardı, tepelerindeki ağaçlardan yaprak dökülmeye devam ederken umurlarında bile olmadan süpürmeye devam ettikleri için.


baharlar yok olunca, vivaldi'nin dört mevsim'i de anlamsızlaştı, mevsimlerle metafor kuran her sanat eseri gibi. aşkı ilkbahara, mutluluğu yaza, ayrılığı sonbahara, yalnızlığı da kışa benzetmek anlamsızlaştı. artık sadece miskin bir yaz ve üşüten bir kış var, aynı artık sadece anlamsız miskin seksler ve yalnız başına uyunan geceler olduğu gibi.


sonbahar da kayboldu, ilkbaharı izleyerek. yalnız başlarına gitmediler, duyguları, anıları ve anlamı yanlarına aldılar giderken. bunaltı ve miskinlik ile yalnızlık ve üşüme kaldı sadece geride.

10 Temmuz 2010 Cumartesi

kabe aslında londra'da olduğu için yurt dışında gerçekten gitmek istediğim tek yer orası oldu her zaman. o kutsal müzikler orada gelmemiş miydi tanrıdan? yağmur damlalarıyla yollamamış mıydı onları? (v for vendetta'da "tanrı yağmurdadır" diye geçer -dikkatinizi çekerim olayı ingilterede geçiyor-, benim anneannem de yağmura "rahmet" der.)


"keşke burada olsaydın!" dediklerinde seslenilen kişinin en hafif tabiriyle bir "sevgili" olduğunu sanmadılar mı? hayır hayır hayır, çok daha asildi seslendikleri duygu (hayır hayır hayır çok daha asil değildi, asildi sadece yoksa aşkın kendisi asil mi?). hangimiz bir kenara fırlattığımız zordaki arkadaşımızı onurlandırmak için öyle seslenebiliriz? evet evet evet basit aşklarımızı ifade etmek için kullanalım haydi o sözleri, siz düzüşün diye seslendiler çünkü, hiç kendimizi kandırmayalım.


aşk kapitalist bir şeydir! çünkü uğrunda harcadığınız emekle ölçülmez değeri, arz ve taleple belirlenir onun yerine. siz istediğiniz kadar emek verin, size talep yoksa hiç bir değeriniz de yoktur (asil değil demiştim size.değil çünkü.).


günlerdir hava londra haline getirdi istanbul'u (yalan söylüyorum. birincisi günlerdir diye abarttığım süreç en fazla üç gündür. ikincisi ben gitmedim hiç londraya nereden bileceğim orasının havasını -"aya da hiç gitmedim ama tüm özelliklerini sayabilirim sana"... ahahha ergenliğimde kurmuştum bu cümleyi, ne saçma! ne saçma!-).ama bu yağmur aynı mesajı getirmedi tanrıdan, öyle ki, kimse onların seslendiği seslenemedi hiç bir şeye. bilmiyorum belki de ingilizler asıl seçilmiş kavimdir (yahudilere gönderme yapıyorum evet.). zaten gelen mesajlardan biri de "sessiz bir depresyonun içinde takılıp kalmak ingilizlere özgüdür" değil miydi? burada buna sadece "höyt!" denebilir. ne bir eksik ne de bir fazla. ama yağmur yağıyor ve evet dışarı çıkarsak, ıslanırsak, soğuktan titreyebiliriz. 


şimdi açık konuşalım. edebiyatta sinemada müzikte tiyatroda hatta resimde, sanatın her dalında, işlenen bir konu var: kavuşamamaları için hiçbir görünür neden olmamasına rağmen çok derindeki asil sebeplerden dolayı birbirine kavuşamamamış insanlar. bunların çoğu da insanlara tokat atmayı çok seven yetenekli insanlar tarafından ortaya çıkarılıyor. allah aşkına söyleyin bana, roquentin neden anny'yle pariste mutlu bir hayat süremez? lulu neden pierre ile kaçmaz? jesse neden celine ile aynı trene binmez? mrs. chan neden chow ile singapura gitmez gitse bile bir sigara içip döner? görünür tek sebep yoktur, ama (aaaah!) çok derin ve asil nedenler vardır. bunda asil olan hiçbir şey yok. yok.


dikkatinizi çekti mi bilmem bu dediklerimin hepsi erkekler tarafından ortaya konmuş şeyler. ve bu adamlar açıkça yalan söylüyorlar. aslında görünür sebepler var. sebep de aslında bir tarafın diğerini beğenmemesi kadar basit bir şey çoğunlukla. ama bunu itiraf etmek çok zor ya hani. o sebeple çok yetenekli beyefendiler derin ve asil sebepler icat ediyorlar. yani yapmayın sartre da Kar Wai Wong da çirkin adamlar.


tamam yağmur yağıyor (dün de yağıyordu ve ıslandım bir arkadaşımla ama soğuk olduğu için titremedik bu sebeple çok da önemli olduğunu sanmıyorum -belki de kandil olduğu için ve sadece bu sebeple.-) ve kabul de ediyorum ki şimdi çıkıp ıslansam soğuktan titrerim. ama o lanet arz eğrisi talep eğrisiyle kesişip hepimizin taptığı o kesişim noktasını oluşturmadıkça tek getirisi soğuk algınlığı -o da soğuk algınlığına inanıyorsak-  olacak (içiyorsak bir de baş ağrısı yaratır sabah.).


ve inanıyorum ki bir insanın bir sivrisineği kendi elleriyle ezip öldürebilmesinin nedeni gece ısırılmaktan duyacağı rahatsızlığı engelleme isteğinden çok bunu yapabilecek kadar güçlü olduğunu görmekten aldığı hazdır (hiç asil olmayan göndermeler. böyle böyle çarpıtıyoruz gerçekleri.).


ve evet fazla histerik.


ama gerçek histeriktir (bir de kullanışsız diyordu yine ingiliz birileri). bu kadar kaçmak bu sebeple.


sanat da bu sebeple var.