Let Down by Radiohead on Grooveshark

27 Nisan 2010 Salı

gece çok geç yatmıştım."ben artık uyuyayım" dediğimde sabah ezanı okunuyordu. geç yatmamın çok net bir sebebi yok;sadece canım film izlemek istedi ve ben de film izledim. film de uzadıkça uzadı ve sonuç olarak beni bahsettiğim o saate kadar ayakta tuttu. geç yatmanın problem yaratmadığı bir gün olması güzeldi, ertesi gün işte 2 gibi gidecektim. bir buçuğa kadar uyudum ben de. 


sabah kalktığımda ilk düşündüğüm şey yanlış saatte uyanmış olduğumdu. çünkü günün en aydınlık olması gereken saatinde alacakaranlık hüküm sürüyordu penceremde. telefonuma uzandım hemen ve kalktığım saatte bir problem olmadığını gördüm, problem dışarıdaki havadaydı. 


nisanın sonuna geldik artık. baharın ortasını geçtik. mayıs olacak bir hafta sonra. ben kişisel olarak mayıs ayını bir yaz ayı olarak görürüm. iyi de, bu soğuk ne o zaman? nisanın sonundayız ve gece hala yorgan kullanıyorum. nisanın sonundayız ve hala penceremde sapsarı güneş ışıklarıyla değil mide bulandırıcı bir gri tonuyla uyanıyorum. nisan ayının sonundayız ve umut dolu olmam gerekir ama gök yüzü bu kadar griyken ve rüzgar gerçekten küfreder gibi eserken ne kadar umutlu olabilir bir insan?


penceremin dışındaki griliği seyretmenin pek bir anlamı olmadığından sabah kalkma rutinime devam ettim ben de. dişler fırçalanacak, yüz yıkanacak, giyinilecek ve çıkılacak. beklenmedik olan ev arkadaşımın evde olmasıydı. onun evde olması da bize dışarıda bir kahvaltı şansı yarattı. giyinip çıktık ve evimizin çok yakınındaki pastaneye gittik. mideme dokunacağına yüzde yüz emin olmama karşın dayanamayıp kandil simidi istedim yine (ama mideme dokunmadı). arkadaşım da siparişini verdi ve yerimize oturmaya gittik. siparişlerimizle beraber içecek bir şey söylememiştik ama garson elinde çaylarıyla geldi. itirazımın yoktu kesinlikle, hatta bu olay telepati denilen şeyin gerçekten var olduğunu gösteriyor bile olabilir. kahvaltı sınırsız geyiklerimizle beraber bitti.


işe giderken metroyu kullanıyorum. metroda da haber başlıklarını geçiren bir sürü ekran var. yürüyen merdivenlerden aşağı inerken her zamankinden daha saçma bir haber çarptı gözüme: "şempanzeler de ölümü biliyor.". aklıma ilk gelen soru başka hangi canlı ölümü biliyor oldu. biz mi biliyoruz ölümü? kesinlikle öyle düşünmüyorum. tamam insanlar ölümün var olduğunu biliyorlar. ama bu ölümü bilmek demek değil ki. tartışmaya açsak hemen sanatsal cevaplar gelecek, insanlar kayıplarından dem vurmaya çalışacak eminim: "en yakının öldüğünde kalbindeki ateşle bilirsin ölümü..." saçmalıktan başka bir şey değil. kaybetme duygusu ölümle aynı şey değildir. ölümün ne olduğunu insanlar bilmiyor buna eminim. haberin geri kalanını bilmiyorum ama şempanzelerin de bilmediğine bahse girerim. ölümü sadece ölen biri bilebilir, onlar da ne yazık ki bize anlatamıyorlar dertlerini.


metro her zamanki gibi beni sonsuz sinir ve gerginliğe sevkederek geldi. metro istasyonları şu dünya üstünde bencilliğin, egoizmin ve hatta narsizmin en yoğun görüldüğü yerler. gruplar her zaman biz ne kadar komik ve süper bir grubuz diye bağırırlar sürekli. 50 yaşlarında teyzeler sanki metro onunmuş da biz kaçak biniyormuşuz     
gibi süzerler sizi. entellektüel olma iddiasındaki adamlar etrafı "bilerek" süzerler. bugün yine bunların hepsini yaşadım ve hatta beni bel hizamdan iterek yönlendirmeye çalışan konuşma özürlü teyzelerden bile vardı. sonuç olarak metrodan inip yukarıya çıkarken sadece temiz havaya değil aynı zamanda biraz rahatlamaya da yaklaştığımı hissediyordum.


yürüyen merdivenlerden çıkarken yan taraftaki aşağı doğru inen merdivenlerde bir çocuk çarptı gözüme. oldukça küçük bir çocuktu, bu çocukluğun verdiği çeviklikle aşağı inen yürüyen merdivenlerden yukarıya doğru çıkıyordu. bu görüntü beni ölüm hakkında biraz daha düşünmeye itti. çünkü çocuk kaçınılmaz biçimde hayatın mükemmel bir metaforuydu. yürüyen merdiven ise evrenin. evren yapısı gereği düzensizliğin ve kaosun sürekli arttığı bir yerdir. mesela sıcak suyla soğuk suyu karıştırırsanız ikisi düzenli bir biçimde yan yana durmaz, karışır ve karmaşaya doğru ilerlerler. eğer bunun tersine bir iş yapmak istiyorsanız sisteme yüksek miktarda enerji aktarmanız gerekir. işte bu yüzden buzdolapları o kadar elektrik yakıyor. fizikte buna termodinamiğin ikinci yasası deniyor. hayat dediğimiz şey işte bu düzensizliğe doğru ilerleyen evrende düzenli bir sistem kurmaya çalışmaya deniyor tam anlamıyla. o sebeple canlılar enerjiye ihtiyaç duyuyor: düzensizliğe meydan okumak için. ve bu sebeple de ölüyoruz çünkü son tahlilde hiç bir sistem 2. yasaya sonsuza dek karşı koyamaz. bu açıdan bakınca ölüm hakkında şu sonuca vardım ben de: o olabilecek en doğal şeylerden biri. asıl garip olan hayatın kendisi. doğal olmayan o. aynı aşağı inen yürüyen merdivendeki yukarı tırmanan çocuk gibi.


metrodan çıktım işe geldim sonunda. şu an o da bitiyor. ben de eve gitmek için dışarı çıkıyorum. ama metroyla gitmeyeceğim kesinlikle.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder