Let Down by Radiohead on Grooveshark

10 Temmuz 2010 Cumartesi

kabe aslında londra'da olduğu için yurt dışında gerçekten gitmek istediğim tek yer orası oldu her zaman. o kutsal müzikler orada gelmemiş miydi tanrıdan? yağmur damlalarıyla yollamamış mıydı onları? (v for vendetta'da "tanrı yağmurdadır" diye geçer -dikkatinizi çekerim olayı ingilterede geçiyor-, benim anneannem de yağmura "rahmet" der.)


"keşke burada olsaydın!" dediklerinde seslenilen kişinin en hafif tabiriyle bir "sevgili" olduğunu sanmadılar mı? hayır hayır hayır, çok daha asildi seslendikleri duygu (hayır hayır hayır çok daha asil değildi, asildi sadece yoksa aşkın kendisi asil mi?). hangimiz bir kenara fırlattığımız zordaki arkadaşımızı onurlandırmak için öyle seslenebiliriz? evet evet evet basit aşklarımızı ifade etmek için kullanalım haydi o sözleri, siz düzüşün diye seslendiler çünkü, hiç kendimizi kandırmayalım.


aşk kapitalist bir şeydir! çünkü uğrunda harcadığınız emekle ölçülmez değeri, arz ve taleple belirlenir onun yerine. siz istediğiniz kadar emek verin, size talep yoksa hiç bir değeriniz de yoktur (asil değil demiştim size.değil çünkü.).


günlerdir hava londra haline getirdi istanbul'u (yalan söylüyorum. birincisi günlerdir diye abarttığım süreç en fazla üç gündür. ikincisi ben gitmedim hiç londraya nereden bileceğim orasının havasını -"aya da hiç gitmedim ama tüm özelliklerini sayabilirim sana"... ahahha ergenliğimde kurmuştum bu cümleyi, ne saçma! ne saçma!-).ama bu yağmur aynı mesajı getirmedi tanrıdan, öyle ki, kimse onların seslendiği seslenemedi hiç bir şeye. bilmiyorum belki de ingilizler asıl seçilmiş kavimdir (yahudilere gönderme yapıyorum evet.). zaten gelen mesajlardan biri de "sessiz bir depresyonun içinde takılıp kalmak ingilizlere özgüdür" değil miydi? burada buna sadece "höyt!" denebilir. ne bir eksik ne de bir fazla. ama yağmur yağıyor ve evet dışarı çıkarsak, ıslanırsak, soğuktan titreyebiliriz. 


şimdi açık konuşalım. edebiyatta sinemada müzikte tiyatroda hatta resimde, sanatın her dalında, işlenen bir konu var: kavuşamamaları için hiçbir görünür neden olmamasına rağmen çok derindeki asil sebeplerden dolayı birbirine kavuşamamamış insanlar. bunların çoğu da insanlara tokat atmayı çok seven yetenekli insanlar tarafından ortaya çıkarılıyor. allah aşkına söyleyin bana, roquentin neden anny'yle pariste mutlu bir hayat süremez? lulu neden pierre ile kaçmaz? jesse neden celine ile aynı trene binmez? mrs. chan neden chow ile singapura gitmez gitse bile bir sigara içip döner? görünür tek sebep yoktur, ama (aaaah!) çok derin ve asil nedenler vardır. bunda asil olan hiçbir şey yok. yok.


dikkatinizi çekti mi bilmem bu dediklerimin hepsi erkekler tarafından ortaya konmuş şeyler. ve bu adamlar açıkça yalan söylüyorlar. aslında görünür sebepler var. sebep de aslında bir tarafın diğerini beğenmemesi kadar basit bir şey çoğunlukla. ama bunu itiraf etmek çok zor ya hani. o sebeple çok yetenekli beyefendiler derin ve asil sebepler icat ediyorlar. yani yapmayın sartre da Kar Wai Wong da çirkin adamlar.


tamam yağmur yağıyor (dün de yağıyordu ve ıslandım bir arkadaşımla ama soğuk olduğu için titremedik bu sebeple çok da önemli olduğunu sanmıyorum -belki de kandil olduğu için ve sadece bu sebeple.-) ve kabul de ediyorum ki şimdi çıkıp ıslansam soğuktan titrerim. ama o lanet arz eğrisi talep eğrisiyle kesişip hepimizin taptığı o kesişim noktasını oluşturmadıkça tek getirisi soğuk algınlığı -o da soğuk algınlığına inanıyorsak-  olacak (içiyorsak bir de baş ağrısı yaratır sabah.).


ve inanıyorum ki bir insanın bir sivrisineği kendi elleriyle ezip öldürebilmesinin nedeni gece ısırılmaktan duyacağı rahatsızlığı engelleme isteğinden çok bunu yapabilecek kadar güçlü olduğunu görmekten aldığı hazdır (hiç asil olmayan göndermeler. böyle böyle çarpıtıyoruz gerçekleri.).


ve evet fazla histerik.


ama gerçek histeriktir (bir de kullanışsız diyordu yine ingiliz birileri). bu kadar kaçmak bu sebeple.


sanat da bu sebeple var.

6 Temmuz 2010 Salı

bir bulutun içinde yaşıyordu be bu gerçekten güzel bir şeydi. göklerde oradan oraya savrulmak ve her şeye tepeden bakmak. ama sonra istemediği bir şey oldu: büyüyordu. büyüdükçe ağırlaşıyor, artık rahatça havada süzülememeye başlıyordu. en sonunda düşmeye başladı. bunu istemiyordu oysa, gökyüzü güzeldi. ama durmadı; çünkü duramazdı. sonra düşündü yağmur damlası: yukarısı neden güzel? bu soruya verecek hiçbir cevabı yoktu. daha da hızlı düşmeye başladı ve sordu: neden düşmek kötü? bilmiyordu. artık yere yaklaşmaya başlamıştı ve artık insanları rahatça görebiliyordu. yağmurun altında kafasını göğe kaldırmış ve ağzını açmış olan küçük bir çocuk gördü. ve insanlar gördü, daha çok, daha çok insanlar. insanları sevmedi. yoksa yere onlar için mi düşüyordu? onlar için düşmek istemiyordu. ama düşüyordu. bütün cevapsız sorularıyla beraber, sessizce düşüyordu. yukarısı neden güzeldi? düşmek neden kötü? neden düşüyordu? yolun sonuna geldi, yerde ufak parçalara bölünürken -ölürken- mutluydu: artık bilmesi gerekmiyordu.


hava rüzgarlıydı, yağmur yağmaya başlamıştı. sadece bir an için ufak bir rüzgar bir bulutu yerinden oynattı ve dolunay açığa çıktı, tüm o parlaklığıyla, aydınlattı bütün göğü, güçlü ve karşıkonulmaz ışığı ile. tüm o parlaklığına rağmen aslında hiç de mutlu gözükmüyordu, daha çok hüzünlü gibiydi sanki. tüm o ihtişamı, parlaklığı ve gücü onu mutlu etmiyordu, küçülmek istiyordu, kaybolmak ve karanlığa karışmak. bu olduğunda da mutlu olmayacaktı oysa çünkü yeniden dolunay olacaktı en sonunda. ve yeniden bekleyecekti karanlığa kavuşmayı. yeniden, ve sonra yeniden. bakmaktan kendimi alamadığım ışığı "iyi ki insansın" diyor bana. belki de öyle ama çok da emin değilim. "iyi ki dolunay değilim" diyorum sadece.