Let Down by Radiohead on Grooveshark

11 Kasım 2010 Perşembe

Morrissey ve Yoda'dan Alıntılar Yapan Yalancı Bir Adamın Gerçekleri




bir şeyler anlatmak istiyorsam ve nasıl anlatacağımı, hatta, ne anlatacağımı bilmiyorsam, yaptığım şey çoğunlukla saçmalamak oluyor, istisnasız. bilgisayarın başına yazmak için oturup, yazdığım ilk cümle önce star wars'tan bir alıntı (korku öfkeye, öfke nefrete, nefret de acıya neden olur.), onu sildikten sonra da yaşamanın ne olduğunu tanımlayan klişe (ve her klişe gibi içi boş ve anlamsız) bir cümle ("yaşamak aslında sadece (ve sadece) yaşamanın anlamını aramaktır."--cidden aptalca.) olunca durumun tam da bu olduğunu anladım aslında. sonra bu ikinci cümleyi de sildim (ki yarın tekrar okuyunca kendimi gregor samsa gibi hissetmeyeceğim demektir.-böcek demiyim gregor samsa diyim de o kadar boş olmadığım anlaşılsın çabası bu da tamamen.- ). sonuç olarak bir şeyi anlatmak isteyince önce ne anlatmak istediğime, sonra da onu nasıl anlatmam gerektiğine (örneğin kendimi ezik hissettiğim bir konuysa, zorlama bir analoji kurmam gerekir, değilse daha doğrudan anlatırım.) karar vermem gerek aslında. yazının başlangıcının bu kadar uzamaya başlamasına karşın benim hala ne anlatacağımı ve nasıl anlatacağımı karar veremememi anlatıyor olmam da aslında bizi bu paragrafın başına götüren bir olgu (olgu kelimesini joker olarak kullanmaya da bayılıyorum. sekizinci sınıftaki türkçe öğretmenim -hayır hocam değil öğretmenim- "şey" kelimesini kullanmamızı yasaklamıştı ama onun yerine "olgu deyince kızmıyordu).


gece saat dört olmasına ve yarın okula gitmek için yatmam gerekmesine rağmen, kanlı ama uykudan ağırlaşmamış gözlerle bilgisayarın başında yazmak için debeleniyor olmamın oldukça çeşitli nedenleri var. ilk akla gelen ve bu fiziksel durumun oluşmasını sağlayan neden, bana doğum günümde hediye olarak french press alan (neden french press sorunun cevabı bundan yaklaşık altı yıl öncesine uzanan bir olaylar silsilesi.) sevgili dostum ve benim param olmadığında artan para harcama eğilimimin bir sonucu olarak cevahirdeki starbucks'tan filtre kahve almam, evde düzeneği işletip bir dolu kahve içmem olarak düşünülebilir. lakin bu açıklama aynı birinci dünya savaşının çıkma nedeninin avusturya-macaristan veliahtının bir sırp milliyetçisi tarafından öldürülmesi olarak anlatılması kadar sığ ve eksik.


yazmak istemenin diğer nedenleri bu kadar net ve anlaşılır değil oysa. gerçekten tatmin edici ve gerçeğe yakın bir diğer neden de, cumartesi gecesinden başlayarak şu ana kadar tekrar eden eden bir biçimde, bir anlamsızca mutsuz bir anlamsızca mutlu olmam. bu kadar gelgitli bir ruh hali elbette yoğun bir anlatma isteğine yol açıyor. ayrıca ben bir insan olduğumdan, ve her insan da yapısı itibariyle korktuğunda yalan söylediğinden, mutlu ve mutsuz kelimelerinin başına getirdiğim "anlamsızca" takısı da doğal olarak gerçekdışı. anlamsızca mutsuz olmayı öven bir yazısı, hatta yine bu konuda yazılmış salak bir şiiri olan bir insan olarak, bunu söylemem kendimle çelişmek olarak görülebilir. ama insanlar nasıl yapıları itibariyle yalan söylüyorlarsa, yalanlar da yapıları itibariyle çelişkiler yaratırlar, en ustaca söylenenleri bile.


o zaman kendime sormam gereken soru da doğal olarak neyden korktuğum olmalı. ne var ki, ben bu soruyu sorduğumda vereceğim cevapların hepsi hemen her zaman yalan olacak. ben de gerçekten iyi yalan söyleyen bir insan olduğumdan, cevaplara inanacağım. o yalanlar başta çelişki yaratmayacak çünkü iyi kurgulanmış yalanlar olacaklar. hayır hayır, kendime direkt olarak neyden korktuğumu soramam. yapmam gereken şey, hazırlıksız yakalandığım olaylara karşı nasıl tepkiler verdiğimi gözlemlemem. o olaylara düşünmeden verdiğim tepkiler, işte onlar bana neyden korktuğumu gösterecek.


ve evet, beklenilmeyen o olayın, o haberin, ne olduğu son derece açık. verdiğim aptalca, hatta rezilce, ama saf gerçek tepki de aynı derece açık. olayın ne olduğunu açıklayacak değilim (uygun bir analoji kuramadım.). ama onun en önemli özelliğini vererek neyden korktuğumu açıklayabilirim.


eğer aylardır kendime söylediğim, başkalarına söylediğim, sonra yine kendime söylediğim şeyler gerçek olsaydı, ben yalan söylemiyor olsaydım (söylenen şeylerin gerçek olmasıyla yalan söylememek aynı şeyler değil. dolayısıyla bu da bir anlatım bozukluğu değil.), o haberden mutluluk duymamam gerekirdi. iyi bir insan olmaya çalışan bir insan olarak, başkalarının başına gelen kötü bir şeyden mutlu olmak, başlı başına iğrenç bir şeyken, aynı şeyi yaşamış bir insan olarak mutluluk duymam, iğrençliği katlıyor. hatta bunu ilahi adalet olarak adlandırmak, durumu daha da beter hale getiriyor. bunun başlıca tek bir açıklaması var, o da benim içimde bir yerlerde nefret olduğu. 


morrissey'in, güzide bir şarkısının sözlerini star wars'un az önce bahsi geçen alıntısıyla kombine edip kendime şiar edinmiştim oysa: "with your triumphs and your charms, while they're in each other's arms... it's so easy to laugh, it's so easy to hate, it takes strength to be gentle and kind. over, over, over, over.", "korku öfkeye, öfke nefrete, nefret ise acı çekmeye sebep olur. bu karanlık tarafa giden yoldur.". ilkinin doğru olduğunu biliyoruz ikincinin de. artık ikincinin terse de işlediğini biliyorum: acı nefrete, nefret öfkeye, öfke de korkuya sebebiyet verir. çıkan sonuç da benim, geçen hafta karanlık tarafa kaymış olduğum gerçeği.


sonuç olarak, stoacılardan hala nefret ediyorum. ama kendim de öyle davranıyorum. 


ne var ki, duyguları bastırmak onları yok etmeye yetmeyecektir.


ve, hormonlarını reddeden, insanlığına da reddeder.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder