Let Down by Radiohead on Grooveshark

25 Ekim 2010 Pazartesi

geçenlerde (belirsiz bir zamanı refere ederek başlamam bunun kötü bir yazı olacağının bir işareti olabilir aslında) okuldaki yorucu bir günün sonunda, sabah kahvaltısı etmememin de etkisiyle açlıktan ölecek bir duruma geldim akşam sularında. aşkın gözü kördür diyorlar ya, aslında bu klişenin "açlığın gözü kör" olması gerekirdi. normal bir insan o kadar açken ne verseniz mutlu olur ama ben zevk sahibi bir insan olarak güzel yemekler yemeyi severim. ne var ki, o an güzel bir yemek için yeterli değildim çünkü yeteri kadar param yoktu. ama yinede zevklerim sahip olduklarımın önüne geçti otobüsle eve doğru giderken ve ben de dışarıda güzel bir yemek yiyemeyecek olsam da evde kendime güzel bir yemek yapıp yemeye karar verdim.


otobüsten indikten sonra ilk gördüğüm markete daldım hemen. aklımda balık yemek vardı, balık satan reyona doğru hızlı bir şekilde ilerledim hemen, yorgun olmama rağmen. herhangi bir balık değil, papalina yemek yemek istiyordum (http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=418256). ne var ki, çocuklar için bir dolu bilye satan reyonun hemen yanındaki balık reyonundaki manzara hayal kırıklığıydı. papalina yemek için yeterli olmamamı sadece hayatın bir adaletsizliği olarak açıklayabiliriz (balık çok pahalıydı). cebimdeki parayı ve marketteki ürünlerin fiyatlarını karşılaştırdığımda çıkan sonuç, benim o akşam semizotu yiyecek olmamdı. çok da acınası değil çünkü ben semizotunu da severim ve kötü yemek diye bir şeyin olmadığına, sadece kötü yapılmış bir yemek diye bir şey olduğuna inanırım. kulağa son derece kötü gelen malzemelerle yeteri kadar uğraşıldığında gerçekten güzel yemekler çıkabilir ortaya.


gerekli malzemeleri aldıktan sonra eve geldim ve yemeği hazırlamaya başladım. iyi yemeğin sırlarından biri de, ağır ateşte çok uzun süre pişirmektir. her ne kadar çok aç olsam da, yemeği aceleyle değil ağır ağır pişirmeye karar verdim. hem hazzı ertelemek her zaman güzel sonuçlar verir zaten.  gerçekten çok uğraştıktan ve yemeği pişmeye hazır hala getirdikten sonra ateşi en hafif seviyeye getirdim ve yemek ağır ağır pişerken biraz dinlenmeye karar verdim.


yatağımda uzanırken uyuyakalmışım. yemeğimden gelmeye başlayan yanık kokuları beni uyandırdı, oysa çok kocaman bir tabak papalina yediğimi görüyordum rüyamda. arkadaşlarıma beni uyarmadıkları için kızdım, onlar da bana uyandırmaya çalıştıklarını ama uyanmadığımı söylediler. yemekten hemen vazgeçmedim, belki de rüyamın etkisiyle. umutsuz bir çabayla biraz su ekleyip tekrar pişmeye bıraktım, her ne kadar ev arkadaşlarım yemeğin işinin bittiğini, artık ondan vazgeçmem gerektiğini söyleseler de. ama bir insan bir şeyi çok fazla arzuluyorsa geri kalan insanların ne dediğini gerçekten umursamayabiliyor.


hatalarından ders alan bir insan olsaydım, yemeği tekrar pişmeye bıraktıktan sonra yine uyuyakalmazdım. ama kesinlikle hatalarımdan ders alan bir insan değilim ve, yine rüya görürken, bu sefer çok daha yoğun bir yanık kokusuyla uyandım. ama bu ikinci rüya koca bir tabak papalina yerine benim pişirdiğim güzel semizotu yemeğinin tanımadığım insanlar tarafından yeniyor oluşuydu. daha çok bir kabus diyebiliriz.


yeni uyanmış bir insan için şaşırtıcı olacak bir hızla yattığım kanepeden fırladım ve yemeğe doğru koştum. manzara gerçekten kötüydü. etrafta inanılmaz derecede iğrenç bir yanık kokusunun olmasının yanında, en sevdiğim tencere de kullanılmaz duruma gelmişti. dahası, yemekte olmaması gereken, saatlerce düşünsem de aklıma gelmeyecek başka bir koku vardı etrafta: kekik! semiz otu yemeğinde kekik! kekiği benim koymadığım aşikardı, mutlaka bir başkası tarafından konmuş olmalıydı, kokunun yarattığı öfke ve mide bulantısı içinde, ev arkadaşlarıma sordum, tabii ki onlar koymamıştı, ama o zaman kekik nereden gelmişti benim yemeğime? varılabilecek tek mantıklı sonuç, kekik daha topraktayken, onun yanında bitmiş olmasıydı. sonuç olarak zaten ben o yemeği yiyemeyecekmişim, gerçekten elimden geleni yapsaydım bile.


yanık yemek çöpü boyladı tabii hemen. tencereyi atmaksa o kadar kolay değildi, o yüzden atmadan önce mutfak tezgahında bir süre daha durmasına izin verildi. kokuysa kesinlikle içinden çıkılması daha zor olan bir konuydu. önce havalandırmayla halledilebileceğini düşündük, ama sanki hatalarımın bir anısıymışçasına yok olmuyordu bir türlü. tüm eşyalara sinmişti. önce ev arkadaşlarımın fikirlerini uyguladık. etrafı temizledik, çamaşır suyu bile işe yaramadı. 


evimizdeki yanık yemek kokusu, sanki benim yemek yapamadığımın bir işareti gibi geliyordu insanlara. sanki ben beceriksizmişim gibi. ben ve yakınımdaki insanlar işin böyle olmadığını biliyorduk elbette. bu yüzden artık konu hakkında bir şeyler yapılması gerekiyordu. annem, oda kokusunun işe yarayabileceğini söyledi. ilk denediğim birkaç koku, işe yaramak bir tarafa, durumu daha da kötüleştirdi. en sonunda soruna çözüm olabilecek kokuyu buldum. son derece hoş kokuyordu ve kesinlikle yanık kokusunu bastırıyordu (ama kokuyu yok etmiyordu). ne var ki, bu sefer de oda parfümünün kendisi rahatsız etmeye başladı, şimdi de o eşyalara siniyordu artık. her ne kadar güzel koksa da, oda kokusundan da bıktım, artık sanki asla yok olmayacakmış gibi gelmeye başlamıştı. sonunda, oda kokusunu kullanmayı bıraktım, ve şaşırtıcı bir biçimde bu yeni koku hemen ortadan kayboldu. yanık kokusu da, rahatsız etmeyecek kadar azalmıştı, asla tam olarak gitmeyeceğini biliyordum elbette, ama artık benim kötü bir reklamım gibi değildi. kötü olan şu ki, kullanmayı bıraktığım oda parfümünün kokusunu özlemeye başlasam da tekrar, parfüm artık marketlerde bulunmuyordu.


bu olay benim yemek yapma arzumda ciddi bir düşüşe yol açtı, artık güzel yemekler yemekten de eskisi kadar haz almıyorum. yanık kokusuysa sadece alkolün yol açtığı mide bulantısı yüzünden derin nefesler alırken şöyle bir geliyor burnuma ve o mide bulantısını daha da kötüleştiriyor. ama kusmama yol açtığını söyleyemem, geçenlerdeki bir olayı saymazsak.


http://www.eksisozluk.com/show.asp?id=2575934

19 Ekim 2010 Salı

akşam banyoda işedikten sonra, klozete baktım sifonun düğmesine basmadan önce. suyla karışan idrarın rengi aynı çamaşır suyuna benziyordu ve kokusu da aynı derece iğrençti. işediğimde kendi bedenime dokunmuş olduğum için, ellerimi yıkamam gerekiyordu. belki milyonuncu defa bunun saçmalığını düşünürken, ellerime sabun sıktım, sabunun kokusu kirli olduğu savunulan çamurdan binlerce kez daha kötüydü. en sonunda kafamda yalnızca iki düşünce vardı ellerimi durularken (sabun temizliği getirmişti ama buna rağmen akıp gitmeliydi ellerimden) : 1) neden kendi bedenimi pis olarak değerlendirmem gerekiyordu ve 2) çamaşır suyunun temizlediği ve idrarın kirlettiği fikri neyden kaynaklanıyordu.


aslında beynimizin sadece ilkel güdüleri çalıştıran kısmına sahip olsam çok daha mutlu olurdum: ye, üre ve hayatta kal. geri kalan sadece mutsuzluk getiriyor başka bir şey değil. ne zaman ki, yediğim yemeğin orgazmını yaşıyorum, ilkel beyin devreden çıkıyor o an, düşündüğüm yegane şey de aynaya baktığımda yediğim şeyin calvin klein'ın iç çamaşırı modellerine benzerliğimi daha da azaltacak olan göbeğime olan etkisi oluyor. seksin tam o en ıslak, en çok kokan anında, soluk aldığında aldığın hava artık atmosferin ilk on altı kilometresindeki yüzde yirmi birlik oksijenden ziyade, o sırada yapabildiği tek şey çığlık atmak olan insanın ciğerlerinden çıkan karbondioksit ağırlıklı tatmin dolu sıcaklıkken, kafamda sadece, uyandığımda ne yapmam gerekeceği ve karşımdakinin "sevgilisi"nin yaptığım şeyi bilse, benim aynı durumda kaldığımda hissettiklerimi hissedip hissetmeyeceği. hayatta kalmaksa, artık kalp atışlarımı hissedebilmekten çok, yüz kırk karakterlik bir "tweet" girmekten ibaret artık.


taksimde geçirilen bir gecenin sonunda, kanımda dolaşan alkol yeteri kadar beyin hücremi öldürebilmişse, insanları izlerim sadece. taksimde gecenin gündüzden bir farkı yoktur, yeteri kadar içkiden sonra asla olmamıştır zaten. sanki köle taşıyan gemiymişçesine sıkış tepiş barlar, her zamanki ter kokusu, her zamanki kötü müzik, her zamanki yapış yapışlık... yalnız insanlar, çoğu yalnızlığını tek gecelik sekslerle bitirebileceğini düşünen ama defalarca yanılmış olduklarını görseler bile bu fikirlerinden vazgeçmeyen yalnız insanlar, sigara içiyorlardır yine. o sigaraların dumanı her zamanki gibi ertesi sabah yanlarında uyanacakları tanımadıkları insanların ciğerlerine de uğruyordur gitmeden önce, daha sonra birbirine karışacak nefeslerin habercisi gibi. aslında hepsi yalnız uyanacaktır ertesi sabah, bazıları gerçekten yalnız, bazıları ise yalnız, ama sadece daha derinden derine. yine de, yeteri kadar içkiden sonra yalnız olmanın bir önemi yoktur. yalnız olmayanlar ise daha kötü durumdadırlar, kendilerinin yanısıra yanındakilere de katlanmaları gerekiyordur. her zamanki gibi kısıtlanmışlardır: yalnız olmamanın bedeli. yine de, eğer yeteri kadar içilmişse, başkalarının bir önemi yoktur. 


insanlar neden her cumartesi günü bu kadar çok alkol alıp evlerine utançla dönüyorlar ki zaten? tek bir sebebi var, o da beynin düşünebilen kısmını öldürüp sadece içgüdülerle başbaşa kalmak. düşünmemek. düşünmek acı çekmektir. anlamsızca mutlu olmak, düşünemeyenlere özgü, düşünenler sadece anlamsızca mutsuz olurlar. ya da... anlamsızca mutsuz olmak değil de, anlamsızca mutlu olmama isteği diyelim.

6 Ekim 2010 Çarşamba

sonbahar artık yok. ilkbahar gibi o da kayboldu gitti artık. gidenler sadece mevsimler olsaydı umursamayabilirdim ama gidenler sadece mevsimler değil, hayır, duygular gitti onlarla beraber, anılar da.



daha birkaç gün önce coğrafya anlatıyordum öğrencilerime: dünyanın şekli ve hareketlerinin sonuçları. "23 eylül" dedim, tahtaya çizdiğim dünya figürünün üstüne elimi koyarak (güneş ışınları ekvatora dik düşüyordu), "sonbahar ekinoksu olarak bilinir.". "bugünde, tüm dünyada gece ve gündüzlerin süresi birbirine eşittir ve yine bugün kuzey yarımkürede sonbaharın başlangıcıdır.". şimdi, dışarıdaki buz gibi havayı ve yaz yağmurunun mutlu tavrının aksine acımasız bir şekilde yağan kış yağmurunu izlerken pencerede, buruk bir şekilde gülümsetiyor sadece o anlattıklarım. zaten ben "sonbahar" derken öğrencilerimin gözünde oluşan boş bakışlar, her şeyden daha iyi anlatıyordu bahar denilen şeyin yok oluşunu.


o gün ders coğrafya değil de aşk olsaydı, ben işte değil evde olsaydım ve tamamen farklı bir öğrenci olsaydı karşımda, "tatilin yarattığı özlemin sevişerek giderilmesi" konusunu işlerken ben, tek bir dokunuşun bir insanın tüylerinde yarattığı ürpertiyi anlatmak için elimle bir çift göğüse dokunarak, "işte" deseydim, "bir bedenin diğerinde yarattığı bu etkiye aşk denir.", yine aynı boş gözlerle karşılaşacaktım, ne bir eksik ne de bir fazla.


keza, sararıp dökülen yapraklar da yok artık. eskiden kar çıplak ağaçların üstüne yağardı (bu da insana romantik olma şansı verirdi yazarken, "yapraksız ve çıplak sevgilileri daha çok üşümesin diye onları karla örttü dünya" diyecektim mesela.). şimdi haftasonu kar gelecek diyorlar ama ağaçlar yemyeşil daha. dökülen yapraklar olmayınca, her yerde mutlaka görülen, hayatının amacı dökülen kahverengi yaprakları süpürmek olan yaşlı çöpçü amcalar da ortadan yok oldu. o amcalar ki, bana her zaman yaşamaya çalışan insanları anımsatırlardı, tepelerindeki ağaçlardan yaprak dökülmeye devam ederken umurlarında bile olmadan süpürmeye devam ettikleri için.


baharlar yok olunca, vivaldi'nin dört mevsim'i de anlamsızlaştı, mevsimlerle metafor kuran her sanat eseri gibi. aşkı ilkbahara, mutluluğu yaza, ayrılığı sonbahara, yalnızlığı da kışa benzetmek anlamsızlaştı. artık sadece miskin bir yaz ve üşüten bir kış var, aynı artık sadece anlamsız miskin seksler ve yalnız başına uyunan geceler olduğu gibi.


sonbahar da kayboldu, ilkbaharı izleyerek. yalnız başlarına gitmediler, duyguları, anıları ve anlamı yanlarına aldılar giderken. bunaltı ve miskinlik ile yalnızlık ve üşüme kaldı sadece geride.